Hıncahınç trafik.
Taksi, bir sürüngen gibi kıvrılıp süzülüyor.
Gök gürültülü uçurumun kenarında, duruyor.
Patronun kardeşinin gözleri Balaz’ın üzerinde.
“Adamı neden yaktınız?”
Balaz, derin bir iç çekip;
“Ölmüştü…” diyebiliyor.
Patronun kardeşi omuz silkiyor.
“Öl-müş-tü… Öyle mi? Vay be! Demek ölmüştü. Peki adamı niye bagaja attınız ha! Adamı canlı canlı yakmışsınız. Neden? Şu olayı baştan anlat bakalım. Bizde ona göre gardımızı alalım.”
“Ben depodaydım Abi. Nedim haber verince gittim… Göçükte kalmış saatlerce. Çıkardığımızda ölmüştü zaten. Sonra üzerimize kalır diye… Attık taksiye. Tenha bir yerde bırakacaktık.”
“Patron, bir haftadır işi yavaşlattığınızı söylüyor. Bu da planın bir parçası mı?”
“Öyle bir şey yok… Her zaman nasıl çalışıyorsak aynı şekilde…”
Patronun kardeşi silahı Balaz’ın şakağına dayıyor.
“Adam zaten kaçak çalışıyordu. Çalışma izni de yok. Nasıl bir belaya soktunuz bizi ha? Şimdi… Temizleyin bakalım…”
Balaz susuyor.
Nedim suçunu itiraf edecek gibi. Öne atılıyor.
“Abi doğrusu şu. Ben ocağın ağzındaydım. Sesler duyunca koştum içeriye. Göçük olmuştu. Her yer toz, dumandı. Yaralıydı… Dışarı çıkardım. Sonra Balaz’a haber verdim. O gelince, taksiye atıp hastaneye götürmeye karar verdik.”
“Yaa! Demek öyle! Hastaneye götürecektiniz.”
“Evet öyle…”
“Peki neden götürmediniz? Dur ben söyleyeyim… Çünkü korktunuz. Çünkü patron canınıza okuyacak diye… Korktunuz… Madem böyle bir şey yapacaktınız, neden adamı götürüp denize atmadınız? Ya da ne bileyim, ormana falan. Önce yakıp sonra da çöplüğe atmışsınız. Aferin size. Adamı bulmuşlar ve sizi atarken de görmüşler iyi mi? Ne olacak şimdi? Sizin ahmaklığınız yüzünden… Ocak zaten mühürlüydü…”
Balaz, koltuktaki deliğe bakıyor.
Sisin içinde gölgeler. Gölgelerin arasında bir sansar görüyor. Gölgeler, develerin kopuk başları. Sansarın ağzı olduğu yerden kopup yürümeye başlıyor. Ağız, sesle birlikte oynuyor. Sesin çıktığı yer, kırmızı renkli iri bir kulak. Develer önce yavaşça dikilip sonra yürümeye başlıyor. Sansar, bir kobra gibi kıvrılıyor. Ağzı yok.
Silah, şakağında daire çizip geziniyor.
Kafası öne düşüyor.
Titreme.
Vites kolu teninde geziniyor.
Çekirge, sıçan ve kömür vagonunun sesi. Kulağını oyuyorlar sanki. Oyuğun içine doluşan küçük çengelli iğnelerin kafası, uzun sivri dişli çekirge kafasına, kömür vagonu, testereyi andıran vahşi bir hayvana, sıçanlar da onu takip eden insan kafasına dönüşüyor. Çekirgenin uzun sivri dişlerinden, ileri geri kımıldayan dilinden, gölgelerin arasında yanıp sönen ışıktan, gözlerini ayıramıyor…
Katil, bir görünüp bir kayboluyor.
Hiçler çukuru… Tükeniş… Hiçliğe…
Adamın karnından bir şey çıkıyor. Bacak belki. Hani ölümsüzlük suyuna daldırılıp çıkarılan o bacak. Bir süre kımıldayıp duruyor. Sonra, yer altına mavi meydan okuyuşlar saçarak parmaklarıyla diklenip gökyüzüne uluyor. Ocaktan çıkardıklarında bir prematüre bebek gibiydi adam. Pelteleşmişti. Evirip çeviriyorlar. Yaşıyor. Nabzı atıyor. Solgun değil. Bir kadın fotoğrafı buluyorlar. Ön cebinde. Önünü ardını iyice yokluyorlar. Adamın gözleri kömür karası…
Çöplüğün yamacında durup taksiden iniyorlar. Ellerinde, beyaz bir bidon. İçerisinde benzin. Önce bidonu bırakıyorlar yere. Sonra adamı indiriyorlar. Parmakları kımıldıyor. Soluk alıp verişleri duyuluyor.
Adam, ışığın avuçları arasında uyuyor ve düş görüyor. Düşü, kadını…
Karanlığın kapattığı uçurumlar hala canlı. Güneşse, doğum ile ölüm arasındaki hayat çizgisi boyunca gezinerek, karanlığı eziyor.
Patronun kardeşi aklını yitiriyor. Eli, Balaz’ın boğazında. Öfkesi sesinde.
“Söyle! Neden öldürdünüz?”
“Abi adamı hastaneye götürürken çöplüğün kenarında durduk. İşemek için uzaklaştım. Fakat arkamı döndüğümde, adam yanıyordu…”
Nedim’e dönüyor.
“Doğru mu diyor? lan bu. Ha! Nedim… Anlat oğlum.”
“Abi… Korktuk… Yaktıktan sonra denize atacaktık. Ama son benzini de dökünce… Taksinin deposu boşaldı. Denize yetiştiremeyiz diye bıraktık.”
Patron araya giriyor.
“Oğlum… Sizi benzincide görmüşler. Benzin alırken. Pompacı çocuk söyledi. Hatta arabanın bagajından kan damlıyormuş. Sorunca, kurban kestik onun eti… Buna ne diyeceksin?”
“Abi valla biz senin başın belaya girmesin diye… Şey edecektik…”
“Ne edecektiniz. Kes. Böyle yaparak mı beni koruyorsunuz? Daha beter etmişsiniz. İş kazasına birde cinayet… Oh ne âlâ… Nedim Efendi söyle bakalım… Şimdi… Size ne yapalım?”
“Abi yemin ederim ne yaptıysak sizin için… Adamı çıkardığımızda ölmüştü zaten.”
“İnsanı deli etme. Az önce hastaneye götürüyorduk dedin.”
“Abi içkiliydik… Biz ne yaptığımızı biliyor muyuz? Ocaktan çıkardığımızda ölmemişti daha. Ama nasıl olsa kurtulamaz diye… Hem hastaneye götürsek başımız belaya girer diye korktuk.”
“Peki neden hemen götürüp tenha bir yere atmadınız da… Hem, yakmaktaki amacınız nedir? Daha da ölsün diye mi? Nedir?”
“Ne bileyim Abi. Öylece atsak kurtulur diye… Korktuk herhalde…Ya kurtulsaydı?”
“Aferin size… Zekice…”
Balaz artık hiç konuşmuyor.
Her itilip kakıldığında, üç boynuzlu bukalemun.
Yan gözleri arkasında. Biri onu takip ediyor. Korku soluğunda. Kafası içine çekilmiş. Koltuğun arasından torpido gözünün açık olduğunu görüyor. Karanlık… Küf kokulu bir oda burası. Hiçbir şey yok. Ne kapı ne de pencere. Zeminde kımıldayan bir şey dikkatini çekiyor. Yılanın kuyruğu bu. Yılan, yerde camları puslu bir pencerenin açılmasıyla gözden kayboluyor. Pencereden geçmesi olanaksız. Dar. Karanlık. Sisli bir zamanın içinde. Sürünse, her şey üstüne yıkılır. Küf kokusu artmaya, duvarlar üstüne üstüne gelmeye, köşeler birbirine yaklaşmaya başlıyor. Kulağında korkunç sesler. Yere çömelip öylece kalıyor. Pencere kapanıyor. Oda paramparça. Yeraltında ki galeriler sulara gömülüyor. Karanlığı takip edebilse ölünün ruhuyla buluşacak. Sarı baretli madencinin gözleri görünüyor. Kendisi de bir madenciye dönüşüyor. Yarı siyah yarı karanlık bir madenciye. Ya da aydınlık bir madenciye.
Hiçler çukuru…
Aydınlık…
Adamı hastaneye ulaştırdıklarına inanası geliyor birden. Kömürlü, ölü kokusu belki de eline sinen. Zihni, sırat köprüsünde takılı. Geçmekle geçmemek arasında.
Patronun kardeşi silahını Balaz’ın boğazında gezdirip ince bir iz bırakıyor.
“Şu anki durum, olabilecek en kötü senaryo… Ve bu sizlerin eseri. Bunu biliyorsunuz değil mi?”
“Daha ne yapacaktık? Hiç kimsenin başı belaya girmesin istedik işte.” diye araya giriyor Nedim.
Balaz, köpek gözlerini direksiyon kutusuna döndürüyor.
İnsan iskeletinden bir yığın. Yığını geçip, koridorda ilerliyor. Gölgelerin peşinde. Kendini, ne yöne gideceğine karar veremediği bir galerinin içinde buluyor. Dilini çıkaran o keskin sivri dişli sansarı görüyor. Gölgeler arasında tek başına. Arada bir gözden kayboluyor. Birden, gölgeler galerinin içerilerine doğru kaçışıyor. Galerinin sonunda gördüğü, çukura benzer bir şey. Çıkış olabilir burası. Yaklaşınca kuyu olduğunu anlıyor. Ve bir merdivenin kuyunun içine sarkıtılmış olduğunu görüyor. Karanlık kuyunun dibine inmeye başlıyor.
Patron silahını çıkarıp, Balaz’a doğrultuyor.
“Söyle diyorum, vicdansız! niye yaktınız adamı?”
Susuyor Balaz.
O susunca her yer susuyor.
Gece vardiyasında görüyor kendini. Baretinde ışık yok. Bir kuyunun dibinde. Çömelmiş. Ki bu kuyu, onun iç dünyası şu durumda. Kömüre, karanlığa ve gördüğü her gölgeye sırtını yaslıyor. Yedi gölge. Kuyunun çepeçevre her yerindeler. Yedi si de kendi gölgesi. Gözlerini artık onun iç dünyası olan karanlığa dikmişler.
Silaha aldırmıyor artık.
Zamanda yolculuk imkansızlaşıyor. Ne zaman da ilerleyebiliyor ne ölümü geri getirebiliyor ne de ardına bakabiliyor. Ne vicdanının sesi ne de çocuk gülüşü. Sanki topraksız bir mezara kapatılmış. Ruhlar var burada. Bir çıkıp bir kayboluyorlar…
Mezarın karanlık suların da bir o yana bir bu yana çalkalanıp duruyor. İçinde vicdan kelimesi geçen yüzlerce cümle…
Madencilik yılları… Saçları kıvırcık, burnu, kulakları ve yanakları simsiyah. Yorgun bir madenci çocuk. Çocuk işçi. Lambası baretinde. Çizmeleri ağırlaşmış. Sonra, karanlıklar… Hiç bitmeyen, gulyabani kadar korkunç yanık kafalar. Su çalkantıları içinde boğuşuyor. Yanık kafa. Vahşi bir yaratık gibi sürekli peşinde. Korku dolu saatler… Sürükleniyor… Yanık kafayla yatıp, yanık kafayla kalkıyor. Desendrenin dibine inecek. Damarlarında güm güm atan simsiyah kömür tozuyla ilerliyor. Desendrenin dibine tam ineceği sırada, ince bir uğultu. Hızla dönüyor geriye. Çizmesinde bir yırtık. Yanık kafa tekrar. Tahkimat direğini elleriyle kavrıyor. Bekliyor. Gücünü, son noktasına kadar topluyor. Alnından karanlığı ıslatan bir ter damlası dökülüyor. Sonra, vücuduna direklerin hücum edişi…
Gülümsüyor. Adamın cebinden çıkan fotoğraf. Gözyaşları. Madencinin karanlığı yaran sesi. Baretin ışığı. Güneş gibi parıldayan siyah inciler…
Hedefsiz, kocaman bir kurşun geçiyor.
Uçurumun kenarında öfkeli bağrışlar.
Tekrar iki silah sesi.
İki gölge yuvarlanıyor.
Taksi, sisin içinde kayboluyor.
Sessizlik…
Derken, bir şimşek. Yanıp sönüyor.
Sessizlik büyüyor.
Ardından simsiyah…