Rus Ruleti

 Bir arkadaşım “Sıradan bir günün neye benzediği, tekrar eden yaşanmışlıklarla ilişkilidir.” derdi. Benim için tekrar eden günlerin birinde, her geceki gibi yelkovanın yeni güne alamet ettiği saatlerde, yüksek müzik sesiyle kapladığım İstanbul’u, az önce denizden seyreden ben değilmişim gibi bir de köprü üzerinden görebilmek için bir kıtadan diğerine çember çiziyordum. Nasıl olsa saatlerimi çalan bir trafik de yoktu. Efendilik giydiğim gündüzlerime karşın çalan her şarkıda biraz daha serserileşmekteydim. Kalbim, aklım kimseye söz vermemişti. Yelin kendisiydim. Böyle bir sıradanlıkta, avuç içlerimle daire daire döndürüp yön verdiğim arabamı tam da eve götürmeye yeltenmişken yan şeritte depara yeni kalkmış at gibi üzerime doğru gelen araç, rus ruleti oynarmışçasına geçti karşıma. Anlık bir müdahalesizliğin içinden geçen hayatlara karşın, tüm sıradanlığımla her gece tekrar tekrar yaptığım şeyin bir daha asla eskisi gibi olmayacaklara gebe olduğunu bilemedim. Çarpışma sonucu karşı araçta kemerinden yoksun oturan yeni sevgili, kuş gibi önümden uçtu gitti. O an gözlerimi yumdum. “Bir daha açmamak üzere…” diye de geçirdim içimden. En büyük hasarı kalbimden aldım. Korku doldu içi, en çok da kendime. Nasıl bir güvendir ki bu; hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak! Hoş ölüp gitsem, umurumda olmazdı. Korkutan ölüme yaklaşmaktı. Uzun gelen bir sessizlik yaşadım. Hiçlikle mi karşı karşıyaydım, bilmiyordum. Var olan tek şey yokluktu. Bunu bilebildiysem eğer daha dünyayı boylamamıştım. Belli ki bir dalıp çıkmıştım.

 Arı vızıltısı gibi “Beni duyuyor musunuz?” diyen sesleri işittikçe çocukluğumun ısırgan dolu kırlarında koşuyordum. Keşke annemi dinleyip biraz daha usturuplu giyinseydim. Açık olan her yerime değen otlar, bir buse kadar nazikmiş gibi yapıp ısırgan bir sevgili edasıyla yakıyordu aslında. Çocuk aklı sonradan başa gelir derler, benimki de onlardan biri işte. Kırklarına merdiven dayamış bir çocuk. Birileri “ha düştü, ha düşecek!” telaşıyla ısrarla bağırıyordu şimdilerde; “Yaşıyor! Nabzı var!” diye. İkinci tekil kişi olarak bahsi geçen beni, çocukluğumdan beri yanımdan geçerken tüm gücümle kulaklarımı kapattığım o siren sesinin içine koydular. Parmağımın telefon gibi bir yüzeye tutulduğunu hissettim. Sanırım sıra; kimim, kimsemin, kim? olduğunu öğrenmeye gelinmişti. Kimi arayacaklarına nasıl karar vereceklerdi? Annem “Tontiş” diye kayıtlı, can dostum “Müptelam”. Kapıcı bile “Hüsam” diye geçiyordu telefonumda. Takma isimlerinden gerçek isimlerini çoktan unuttuğum, liste dolusu insanlarım. Hangisi böyle bir günde aranırdı ki? Hem arayıp ne diyeceklerdi; “Bu gece bir cenazeniz olabilir!” Bunu duymaya hazır olan kimdi? Gözüme akıttığım tutkal, zihnimi kaplamaya yetmemişti anlaşılan. Her şeyi duymakla kalmayıp, bir de idrak ediyordum “Tarlayı ne ara geçmiştim de bugüne varmıştım?” Zihnimde bir monolog dönse de bir türlü içimden geçenleri dışa vuramıyordum. Sirenin içinden çıkan bedenimi, şaldır şaldır sesler eşliğinde bir odaya getirdiler.

 Tam ihtimallerin içinden geçerken “Ya son arananı ararlarsa?” diye aklım başıma gelir oldu ve panikle açtım gözlerimi. Endişenin yaptırım gücü alkış aldı doktor beylerden. Benim açmam yetmemiş gibi bir de parmaklarıyla gerdire gerdire daha da büyütüp içine ışık tuttular. Sanki içimde bir kaçak aranıyordu. Şuurum ne kadardı da “Durun! Kimi arıyorsunuz?” diye müdahale edecektim. Ya en derinlere kadar inerlerse ve onu görürlerse? Hatta oradan çıkarıp özgürleştirirlerse? Hazır değildim bu vedaya. Hem son arzuyu sormaz mıydı cellat? Mutlu aşklar gibi oda mı filmlere hastı? Duygularım dile gelip düşüncelerimi sorguya çekmişti. Tam o sırada cellat katıldı sohbete “Nabızda düşüş var!” dedi ve benim gözler beni terk eden düşüncelerime eşlik etti.

 Kendimi biranda yarı çıplak belimi sıkı sıkı sardığı konser ortasında buldum. Etimi gerdiren, örerek at kuyruğu topladığım saçlarımdan mor kurdelemi çıkarıp kendimi iyice özgürleştirdim. O da ellerini, örgülerim arasına sokup, nazikçe açtı onları. Örgüden dalgalanmış saçlarımı kulağımın arkasına atıp, fısıldadı, “Senin adın Dalgalı Deniz” diye. Bana verdiği adla da kaydettim onu telefonuma. Âdettendir iade-i ziyaret; kalmasın kimsenin bir şeysi bende. Bana verdiğini, az kullanışmış hâliyle geri verirdim. O bir adla yetinmedi. Gözlerimin içine defne tohumları ekti. Aromasını katacaktı hayatıma. İlla sindirtecekti bana yaşanmışlıkları, sonra biz dolu yeni bir sayfa. Hiç evde yokmuşum gibi yeşertemedim hiçbirini. İçi kofmuş deyip suçu ona attım. Oysa kofluk, babadan mirastı bana. Kordonundan kesilir kesilmez, terk edilen annemin yaşlı gözleriyle büyümüştüm. Ne zordur bir anneye, koca karnın boş hissettirmesi. Bir de üstüne yanındaki yastıktaki yokluk. Bu yalnızlıkta yüzen bir kadının, tutunduğu duba olmuştum. Dubayı görmezden gelen o adam, dalgalı bir denizmişim gibi bakıyordu gözlerimin içine. Üç beden büyük geliyordu o gözler bana. Boylama batmışken aşka, “dubayım ben” deyip balıklama atlamaya tenezzül bile etmeden terki diyar eğledim. Annemin düşünce nereye gömeceğini bilemediği, “Al sen kendini nereye istiyorsan oraya ek. Orada da köklen.” diye on sekizimde elime verdiği topraksızlıktan kurumuş kordonumu, O fark etmeden ceketinin cebine bırakmıştım, defne tohumlarına karşılık. Meğer cebi yaşam doluymuş.

 Her gece rutinime katmıştım onu. Karadan denizi izlerken, arar gibi yapardım, sesim duyulmadan çabucak da kapatırdım telefonu. Gecenin akrep geçen saatlerinde son aramalarımda “Dalgalı Deniz” yazardı. Ondan gitmemek için koca şehirde her gece, çember çizerdim. Onu neyin içine hapsettiğimi bilmezdi. Terk etmişliğimin umursamaz bir parçası sanıverirdi kendini. Bugün ölmeye en yakın olduğum anda, tüm terkedilmişlerin intikamını alacak kadar oynadığım oyunların azabına uyandım. En çok da göbek deliğim sızladı.

 Kendimden başka sesler, kafamın içine sızmaya başladı; “Durumu sabit” diye. Birileri de “Yazık daha yeni sevgililermiş.” diye eko yaptı. Acaba benden mi bahsediyorlardı? O zaman gelmiş olmalı diye bir hışımla açtım gözlerimi. Meğer gözümün önünden uçan o bedenmiş: yeni sevgili. Kemersiz bindiği araçta Rus ruletine yenilmiş ve kurşun onun hayatına isabet etmişti. Belki “o” da sevildiğini duymadan, çıkıp gitmişti hayattan. Tam o sırada hataların hissettirdiği ağırlıkta bir taş oturdu kalbime. Öyle bastırıyor ki olduğu yeri, köşesinden kenarından sevgi fışkırıyordu, kaşarlı tost gibi. Bugün ölümün kapısında dururken içimdeki hırslardan zerre yokken, koca bir pişmanlık içinde son bir şans diliyordum kendime. Dileye dileye de uyuya kaldım yine.

 Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez, bu sefer sessizlik uyandırdı beni. Hastanenin bütün aksesuarları teker teker yerini almıştı üzerimde. Boynumda bir boyunluk, elimin üzerine damar yolu açılmış, kafamda bir bandaj saçlarımı kapamış, bacağımın birinde çoktan kalıbını almış bir alçı. Belimde göğsüme uzanan bir kemer, belli ki içerde de bir şeyler yolunda gitmemiş. Tek gerçekçi gelen gözümden yanağıma akan yaşlarım. Yaşlarım kulaklarıma varmadan bir parmak hissettim. Merakım arşa değmeden, uzattı yüzünü. Tontiş’im, “Kuzum” derken gözyaşları benimkilerine karıştı. Güvenli sahilim gelmişti, kıyısına rahatça vurabilirdim. Bir sarılsam diye doğrulayım dedim; Aman aman! Ne acı ne acı! “Dur yavrum, dur sen! Ben buradayım, merak etme.” derken sanki göğsüne aldı beni, emzirdi ilk günkü gibi. O kadar küçülmüştüm ki zamanda. Biri kulağıma ne zaman adımı fısıldayacak diye bekledim.  

 “Bundan sonra gece geç saatlere kadar tekne mekne yok. Tek başına kafana göre yaşamakta! Dizimin dibinden, dizimin dibine!” ardı ardına nasihatler yağıyordu üzerime. Bunları duydukça uykum geliyordu, “yine amansızca uyusam da konsere geri gitsem” diye geçiriyordum içimden.

 Koca bir iç çekmesiyle de dalıyordum rüyalara. Kiminde artık şarkıyı duymuyordum, kiminde de ellerini hissetmiyordum. Gittikçe yok oluyordu. Hüzünlendiriyordu, rüyalarımdan silinmesi. Her kapı çalınınca “Gelmiş olabilir mi?” diye heyecanlanıyordum. Ancak telefonum çoktan yatağımın yanındaki komodine konulmuş, birini aramaya ihtiyaç kalmamıştı. Annem yanı başımdaydı.

 Bir ay hastanede kaldıktan sonra eve çıkabildik. Annemin dediği gibi diz dizeydik. Uzun süre tedavi sürecinden sonra, iyileşmeye direnç gösteremedim. Gencecik bir sevgili diğer sevgilinin yazığı olmuştu. Dikkatsizlik benim dikkat etmediğim her şeyin içinden geçip, bana koca bir tokat atmıştı. Arda kalanlar yaralı, yaralar da geçer mi? Muamma! Artık sıradan olan tek şey, her şeyin değişebileceğiydi. Ben de eski ben olmadığıma göre uzun uzun çaldırabilirdim, aradığımı.

 Aradım, uzun uzun çaldı, açan olmadı. Sonra annem bir gün dedi ki “O gece beni bir çocuk aradı. Adı Deniz’miş. Senin hastanede olduğunu söyledi. Öyle aldım haberini. Kimdi o kızım? O gece yanında mıydı?

Yorum bırakın