Bayan Hiç ve Bay Hiç’in Kentleri

ben bir kente dağılmadım, yağdım
bir kadına ilk ve son yağmurdum
 
 
Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının, Joyce’un Ulyyses‘inin ve İlhan Berk’in Galata ve Pera‘sının ortak özellikleri şu: Bir kent ve birçok yapı üstüne yazılmaları. Bu kentlerin ve yapıların -yerle bir olsalar dahi- bu eserlerden hareketle yeniden kurulabilecek olmaları.
 
Quo vadis ey İstanbul? Quo vadis ey Bursa?
 
Bakmayın bin yıldır Anadolu topraklarında yaşadığımıza, her an pılımızı pırtımızı toplayıp gidecek bir ruh haline sahibiz. Ben bu ruh halini “mekân tutmamak”, “mekân tutmak istememek” olarak adlandırıyorum. Birileri, ayrıştırmacı zihniyetiyle Demokles’in kılıcını sallaya sallaya, “Bizden olmayan ülkeyi terk etsin!” yaygarasını koparma sevdasında. Nurettin Topçu, Yahya Kemal ve Mehmet Kaplan zihniyeti de böyleydi. Osmanlı öncesi idarecileri, “çadır hayatı”nın daracık dünyasında “düşmanla, olmadı kendi içimizde kavga ederiz”in hayallerini kuruyordu; “tefekkür etme” (düşünme) yoktu. Gerçekten ulus olarak yerleşik hayata geçmekte zorlandık mı? Kentleşme, daha doğrusu şehirleşme olgusuna, siyasal sisteme baktığımızda, evet.
 
Yerleşik medeniyetten henüz uzakken (ilkelken demek daha doğru olabilir) yönetim yerlerini ifade eden kavramlar vardı: orduğ, balıg, kıy. Kaşgarlı, “orduğ” için, “ordunun idari beldesi, melik kasabası, imâmet beldesi” kavramlarını kullanır. Diğer ansiklopedik kaynaklarda şu tanımlar yapılır: Orta Asya Türk kentlerinde, Budist-Şamanist inanç sistemine göre “temür kazug” adı verilen tepecikler üzerine kurulmuş idari merkez ya da başlangıçtan Selçuklulara değin Türk hakan şehri, yönetim yeri. “Balıg/balık” için “kent” ya da “şehir” karşılıkları verilebilir. Gerçi “kent” ile “şehir” arasında bir ayrım olduğu öne sürülür, bu da ayrı bir konu. “Kıy” ise “Orta Asya Türk kentlerinde, ticaret faaliyetlerinin yapılageldiği pazar alanı, büyük meydan”dır.
 
Bayan Hiç ve Bay Hiç ne zaman Antalya Kaleiçi’ne, İstanbul Galata Kulesi çevresine inseler şu soruyu cevaplamaya çalışırlar: Biz kent(şehir, medine)leşmede çok mu geç kaldık da “cadde, sokak, meydan, bulvar, kaldırım” adlarını başka dillerden devşirdik?
 
Bayan Hiç ve Bay Hiç’e “Ne olmak istersin?” deseler cevapları şu olurdu: Şehirler üstüne avaz avaz söylenmiş bir destan. Divan edebiyatındaki adıyla şehrengiz. Şehirler üstüne destan ya da şehrengiz olamasalar da denemesini yazdılar. Genel felsefeleri can çekişen şehirler, kent olmanın sancıları.
 
Geçmişini yitiren şehirler artık ruhsuz birer “kent”tir. İstanbul, Bursa bir zamanlar şehirken bugün kentleşmek için çırpınıyor. Bu tür yaşananlarda, çelişkilerde Henryk Sienkiewicz’in Quo Vadis adlı romanı gelir akıllara. En acısı da Hz. İsa’nın, şehri terk eden Aziz Petrus’a söylediği: “Aziz Petrus hayretten ne diyeceğini şaşırarak: İsa’ya ‘Quo vadis, Domine? (Nereye Hazret)’ diye sorar. İsa’nın cevabı acıdır: Sen aydınlatılmayı bekleyen kuzucuklarımı (insanları) bırakıp uzaklaştığın için ben tekrar çarmıha gerilmek ve acı çekmek üzere Roma’ya gidiyorum.”
 
Çok şey gördüm, çok şey yaşadım anlamına gelmez.
 
Bir şehir meydanlarıyla hayat bulur, meydanlarıyla genişler. Kentlerse şehir merkezlerinin uzağında ayağı toprağa basmadan yükselir, zamanla kendi merkezini boğar. İnsan yere ne kadar sağlam basmışsa gövdesi üstünde o kadar insanileşir. Şehirler/ kentler de öyle. İstanbul’da biraz seyran edin, kendi çevresini sardıkça kabalaştığını, eskisini de ortadan kaldırmaya çalıştığını görürsünüz. Fikret’in ve Yahya Kemal’in Boğaz’a bakan Aşiyan’ı, sanki korkusundan bir çalılığa sinmiş kurt yavrusu. Bir Sultanahmet, çöp üretme meydanı. Galata, ümüğü sıkılmış Venedikli. Renklerimiz hızla soluyor. Bir kent bir tabut görünümünde gömülüyor. Mezarlıklar daha şehrî. Korkum, İtalya’da vefat eden Vahdettin’in, “Aman beni Müslüman bir ülkede defnedin!” vasiyetini örnek alıp vasiyet yazanların torunlarının hayal kırıklığına uğrayacak olması. Şehirlerin hainleri meydan meydan ünlemiyor, gizli gizli mezarlık arıyor.
 
Kentleşme kendileşmeden uzaklaşmadır.
 
Kendi şehirlerinizde, ilk günkü mimarilerini koruyan bir özellik göremediğiniz için üzüldüğünüz olur mu? Hayır diyenler, kendi çöplüklerinde eşinmeyi sürdürsün, “Coğrafya kaderdir.” sözünün gölgesinde miskin miskin uyusun. Stendhal’ın, Thomas Mann’ın kopamadığı Venedik’te nefes alıp, İspanya’ya geçen bir ressam vardır: El Greco. Ancak Venedik’i Venedik yapan konuklarından çok, kendi öz evlatları(ressamları ve heykeltıraşları)dır: Titian, Bellini, Leonardo, Raphael, Leonardo ve Michelangelo.
 
Canım İstanbul’un Sinanları olsun isterdim, katilleri değil. Bay Hiç hep İstanbul’u hayal ederek yaşadı.
 
Bayan Hiç ve Bay Hiç bu nedenle İstanbul ve Bursa’ya gidip kentleşmenin önüne geçmek istiyorlar.
 
Eskiler alıp eskiler satıyorum.
 
Dünü ne sümenaltı ediyorum ne de bugünün tahtına çıkarıyorum, mümkün olduğunca ayıklıyorum. Neden mi? Her geleneği, her birikimi an’a, yarın’a taşımak hamallıktır da ondan. Dönüp bakın; edebiyatta, mimaride, musikide tanık olmak büyük emek gerektirmez. Bozkırda Selçuklu yapı sisteminin mimaride sürdürüldüğünü görüyor muyuz? Hayır. Bursa’da Osmanlı mimarisini? Hayır. Dünün diliyle bugünü yazamadığımız gibi, dünün sesini de bugünün nefesiyle dinletemeyiz. Elbette her bugünde dünden bir esinti vardır. Yarın da kendine özgü bir imzanın, kendi damgasının peşinde koşacaktır.
 
Bir de varacağım yerin, zamanın tavrı ne olacak? Eskidiysem budanacak dalım yangını daha da alevlendirebilir. Bir deniz feneri görürüm çok uzaklardan kıyı onu kucaklamama izin vermez. Walter Benjamin’in, “Attığım her adım, görmeye geldiğim her şeyden daha da uzaklaştırıyordu beni.” dediği noktadayım.
 
 

Yorum bırakın