Her gün
ocağa inerken “uğurlar olsun”
ocaktan çıkınca “geçmiş olsun”
dediler,
“Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası”
dediler,
alınları ak emekçiler.
Bir kez daha yüreğimiz dağlandı…
Bilim ve Teknolojide öncü olan ülkelerin entelijansıyası, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin dayatması sonucu hayatın olağan akışında meydana gelen sosyo-ekonomik, sosyo-politik, sosyo-kültürel, psiko-sosyal yenilik ve dönüşümler üzerine düşünüp tartışırken, tabiatı gereği, genel anlamda meseleyi veya özelde kendi savlarını izah edebilmek için yeni kavramlar üretir ve gerek söyleşi ve/ya konferanslarda gerekse kaleme aldıkları metinlerde o kavramlar üzerinden yol alırlar.
Hal böyle iken, önümüze konan neredeyse bütün yeni kavramlar bir tür reçete gibi, ister istemez bizi kendisine tabi kılar. Oysa bu kavramların bir kısmını yerli yerinde kabul edip benimsemiş olsak bile, bir kısmını doğru bulmuyor ve benimsemiyor olabiliriz. Mamafih, zamanla reçete kimliği kazanmış olmalarından ötürü, yanlış olduğunu düşündüğümüz için benimsemediğimiz kavramlara ilişkin itirazı dillendiremeyiz; bazen yanlış bir yargıya varmış olabileceğimiz endişesiyle, bazen başka nedenlerden dolayı karşı karşıya kalabileceğimiz negatif hamlelere dair riski göze alamayız veya sert bir şekilde üzerimize çullanılması olasılığını göğüsleme cesareti gösteremeyiz.
Kuşkusuz bu bağlamdaki endişe doğaldır ve itirazı dillendirmek yerine, geriye çekilip meseleyi akışına bırakma zorunluluğu hisseden kimseler haksız sayılmazlar.
Aşağıdaki metin içeriğinde “Post Truth-Post Belgesel”, yani “Hakikat Sonrası-Belgesel Sonrası” kavramlarını ele alacağız. Son birkaç on yılın neredeyse bütün metinleri kapsamında kendilerine yer açan ve zihinleri fazlasıyla meşgul eden “meta” ve “post” ön ekleri elbette anlamlı ve değerlidir. Ancak sözü edilen kavramların, yaşadığımız zamana değil, sonraki zamanlara, yani geleceğe matuf olduğu kanaatindeyiz. Malûmları olduğu üzere “post” ön eki yaşadığımız zamanın vaziyeti için kullanılıyor. Sıkça kullanıldıkları yerlere bakalım: Post-Kolonyalizm, Post-Endüstri, Post-Marksizm, Post-Kapitalizm, Post-Modern, vs. Öte yandan Endüstri-1.0, Endüstri-2.0, Endüstri-3.0, Endüstri-4.0, … derken endüstrideki ilerlemeyi ifade ediyor; Neo-Faşizm, Neo-Kapitalizm, Neo-Liberalizm, … derken, modern çağın veya kapitalist sistemin ileri bir aşamasında olduğumuzu söylüyoruz. Bu itibarla, yaşadığımız zamanın “post” ön ekini hak etmekten ziyade “neo (yeni)” ön ekini hak ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü özü itibariyle hiçbiri geride bırakılmış değil, hepsinin farklı/ileri bir evresindeyiz, yeni bir aşamasını idrak ediyoruz.
Aslına bakarsanız, henüz Monarşi de geride bırakılmış değil; feodal sistemin egemen kalıtları dünyanın çeşitli yerlerinde Kral, Kraliçe, Prens, Emir, Sultan (daha düne kadar “Şah” da vardı) gibi unvanlarla ve bütün görkemiyle yerli yerinde duruyor. Bundan daha sağlam bir göstergeye ihtiyaç var mı?
Bu bilgilerden yola çıkarsak, alışık olduğumuz reçetenin dışına taşabilir ve farklı bir yere varabiliriz. Örneğin; Post-Modern yerine, İleri Modern gibi bir ifadeye müracaat edebiliriz. Liberalizm’in yeni vaziyeti için Neo-Liberalizm denmiş. Hal böyle iken Post-Endüstri yerine, İleri Endüstri veya Yeni Endüstri demek yanlış olmasa gerektir. Aynı şekilde Post-Kapitalizm yerine, İleri Kapitalizm veya Yeni Kapitalizm, hatta Geç Kapitalizm (ki böyle ifade eden düşünürler var) denebilir. O halde Geç Modernizm neden olmasın? Tam bu noktada, literatürde Ön Rönesans ve Geç Rönesans kavramlarının kullanıldığını hatırlatmak isteriz. Daha da ileri giderek Modern, Süper Modern, Hiper Modern silsilesinin daha akla yatkın (makul) olacağını söyleyebiliriz. Durum bu iken Endüstri, Süper Endüstri, Hiper Endüstri silsilesi de kabul edilebilir. Kapitalizm için neden bu silsileyi izlemeyelim! Kapitalizm, Süper Kapitalizm, Hiper Kapitalizm.
Kavramlara ilişkin kanaatimizi veya yaklaşımımızı paylaştıktan sonra şunu belirtmek durumundayız: Kavram ve tanımlara katılalım-katılmayalım, kabul etmek zorundayız ki onlar evvel emirde literatüre girmişler. Kaleme aldığımız metinlerde daha makul, daha isabetli olduğunu düşündüğümüz kelime ve kavramları paylaşsak bile, ortak bir dil kullanmak kaygısıyla literatüre girmiş kelime ve kavramlara yaslanmak durumunda kalıyoruz. O yüzden ‘post’ ön ekini (ikame edici diğer kelimelere arada bir başvursak da) ister istemez biz de kullanıyoruz, kullanacağız.
Küresel hegemonya oluşturma çabasının gözle görülür şekilde ortaya konduğu bir çağı idrak ediyoruz. Uzun zamandır yaman bir “değersizleştirme” söyleminin bombardımanı altındayız. Ne için? Değerlerin değersizleştirilmesi çabası, hangi nedenle? Bilelim ya da bilmeyelim, bu minval üzere olup bitenlerin tamamı yeni bir insanlık evresine hazırlıktan başka bir şey değil. Topyekûn eski dönemin terkedilmesi, yeni dönemin benimsenip içselleştirilmesi yolculuğundayız. Yeni bir insanlık evresine geçiş sürecinde iken, böyle bir hal kaçınılmazdır. Tarihi süreci hatırlayalım: İlkel komünal toplumun değerleri, köleci toplum tarafından terk edildi; köleci toplumun değerleri, feodal toplum tarafından terk edildi; feodal toplumun değerleri, modern toplum tarafından terk edildi; şimdi de modern toplumun değerleri aşındırılıyor, terk edilecek.
Lakin insanlığın ilk evresindeki değerler dahi hâlâ bir kısım insanın zihninde ve/ya gönlünde yaşıyor. Değerleri büsbütün tasfiye etmek olası değil. İtiraz etsek de hükmü yoktur, köleci toplumun değerleri de hâlâ bir kısım insanın zihninde hüküm sürüyor. Feodalizmin değerleri ise, daha yakın bir geçmişe ait olmakla, kimi yerde fiilen varlığını sürdürürken, kimi insanın zihninde ve/ya gönlünde muhafaza ediliyor. Bunda şaşılacak bir şey yok. Kabul etmek lazım ki, insanın ilk toplumsal halinden bugüne dek her evrede, önceki evrenin değerleri aşındırılsa ve yok olmaya yüz tutsa da, yaşadığımız zamana değin süregelen değerler hâlâ mevcuttur. Dolayısıyla, insanlığın bir sonraki evreye geçiş sürecinde de pek çok eski değer yaşayacak, yeni evreye tam olarak geçildiğinde de birtakım değerler zihinlerde ve/ya gönüllerde kuşkusuz yaşamaya devam edecektir.
İnsanın tarihsel gelişimini içeren büyük serüven düz bir hat üzerinde bir uçtan diğer uca yapılan ve yukarıya doğru ivmelenen bir yolculuk değil de sanki dairesel bir hat üzerinde gerçekleşen ve ilk başladığı noktaya yapılan meşakkatli bir yolculuk gibi görünüyor.
Bir soru soralım kendimize: Hakikat nedir?
Ardından bir soru daha: Post-Hakikat?
Kabul edelim ki, “Hakikat”i kavrayabildiğimiz ölçüde, “Post-Hakikat” için bir şeyler söyleyebiliriz.
Bir soru daha: Belgesel nedir?
Ardından diğer soru: Post-Belgesel?
Yine kabul edelim ki, “Belgesel”i kavrayabildiğimiz ölçüde, “Post-Belgesel” için bir şeyler söyleyebiliriz.
Bu itibarla, Hakikat’i ve Belgesel’i kavrayamamışsak, Post-Truth ve Post-Belgesel üzerine kayda değer bir şey söyleme şansımız olmayacaktır.
Soruyla başlar her şey. Soruya yanıt ararken, daha önce verilmiş bir yığın yanıtla karşılaşılır. Bazısı genel kabule mazhar olmuş ve reçete niteliği kazanmıştır. Burada asıl mesele şudur: Onun gölgesinde mi soluklanmalı, yoksa arayışı sürdürmeli mi? Soruyla başlayan serüven, kuşkuyla devam ettiğinde ortam zenginleşir. “Merak” ilk anahtar kelime olarak kabul edildiğinde, “Soru” ikinci, “Kuşku” üçüncü anahtar kelime olabilir.
“Rekabet”in bile “Tatlı Rekabet” diye sevimlileştirildiği bir zamanda, bütün bunları düşünüp tartışmak ne işe yarar, bilmek zor elbette. Garip bir “Oyun Çağı”ndayız. Her şeyin anlamını yitirdiği, anlamın da anlamsızlaştığı bir zamandayız. Yanılsamalarımız var. Örneğin, “Sanal Gerçeklik”. “Gerçek” kelimesinin önüne “Sanal” kelimesi konmuşsa, bunun Hakikat’le ilgisi bulunmadığını en başından deklare edilmiş olduğu halde, Gerçek ile Hakikat’in aynı şey olduğunu düşünmeye devam ediyoruz. Özne yok, Nesne var. İnsan, nesne; kültür, nesne; bilgi, nesne; velhasıl her şey, nesne. “Öz”den mahrumuz. “Form”, her şey. Madem form her şey, öyleyse formun ince/zarif olması beklenir. Peki, öyle mi? Ya “Özgürlük” kavramı? Bu denli önemli bir kavramdan söz edilirken derinlemesine ele alınması ve sağlam bir yaklaşım sergilenmesi beklenir. Peki, durum öyle mi? Maalesef, ahkâm varsa bile, içi boş kalıpların tekrarından ibaret. “Eşitlik” kavramı da aynı kaderi yaşıyor. Öylesine tuhaf bir mecraya sürüklendi ki neredeyse boyla, soyla, renkle, kiloyla ölçülecek. Mülkiyet kavramı don (kıyafet) değiştirdi. Kişisel bilgilerin özel mülkiyetinden söz ediliyor artık. Psiko-sosyal bağlamda “İmaj” hüküm sürüyor; gerçekte olmadığı gibi, olduğundan farklı (albenili, çekici, etkileyici) gösterme gayreti, yaşadığımız zamanın en önemli meselesi haline geldi. Bunun Hakikat’le ilgisi var mı? Eskilerin, Zahirî-Batınî dedikleri; Gerçek-Hakikat. Yolcuların bir kısmı da bilincinde ya da değil, “Neo-pagan” yönelim içinde. Üstelik bütün dünyada, küresel ölçekte vaziyet üç aşağı beş yukarı aynı. Yeni bin yılın (iki binlerin) başlangıcında en fazla üzerinde meselelerden biri “Ekoloji”. Yığınla tartışma, panel, söyleşi, makale, kitap. Hiçbirini olumsuzlamak mümkün değil tabii ki. Bir bölümü can damarından yakalasa bile, büyük bir bölümü gene sığ sularda dolaşıyor. Bir örnek: Son elli-altmış yılda gerek yer altında gerek okyanuslarda kaç tane nükleer deneme yapıldı? Yapılan denemelerin tamamı haber olarak verilmese bile, “şu kadar megatonluk deneme yapıldı, bu kadar megatonluk deneme” yapıldı diye kim bilir kaç kez duyduk. Bu denemelerin toplamı kaç megatona tekabül etti? Okyanustaki canlılara ne kadar zarar verdi, yeraltı sularına ne kadar zarar verdi? Hiçbir fikrimiz yok. Bilmiyoruz. Karşı çıkışların olmadığını söylemek haksızlık olur, izandan mahrum olmayıp feryatları duymak gerekir. Buna şüphe yok. Ama orada hakkı teslim ederek baktığımızda da esasen “çıt çıkmadı” diyebileceğimiz kadar zayıf seslere tekabül ettiğini görürüz. Yazık ki yeryüzünde vaziyet böyle.
Küresel kapitalizmin (geç kapitalizmin) etkisinde her şey. Dünya ölçeğinde şimdiden emareleri ortaya çıkan, yakın gelecekte iyiden iyi belirgin hale gelecek olan aşırı eşitsizlik, aşırı dejenerasyon, aşırı yalnızlaşma, aşırı yabancılaşma, tabii ki dünya ölçeğinde tam denetim, küresel tek tipleşme. Oraya doğru koşar adım gidiyor insanlık. Varılacak yerde insan evladını bekleyen şey ise, üretim dışına itilen güvencesiz yığınlar ve karın tokluğuna çalışmaya razı milyarla ifade edilecek devasa kitleler. İtiraza, ses yükseltmeye önlem olarak küresel ölçekte aşırı manipülasyon, buna tepki olarak da yerel ölçekte eskiye sık sıkıya sarılış. Her şey değişiyor. Değişmeyen tek şey; elitler-yığınlar (zengin-yoksul) karşıtlığı.
Belki bugün en fazla üzerinde durulması gereken kavramlardan biri, hatta en önemlisi “Prekarya”dır. Endüstri Devrimi’nin ilk aşamasının en önemli alt sosyal kesimi, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan sınıf” tabiri ile müsemma Proleterya, yerini Prekarya’ya bırakmakta. İkisi de Endüstri Toplumu’nun, Kapitalizm’in, Modernizm’in farklı zamanlarının kalabalık alt sosyal kesimini ifade eder. Fotografçı ve/ya sanat insanı olarak bu kesimleri ne kadar tanıyoruz? Öyle ya, Belgesel ve/ya Sosyal Belgesel yapacağız. Şayet iddiamız bu ise, sözü edilen sosyal kesimleri ve dahası onun tam tersi olan toplumsal üst kesimleri de çok iyi analiz etmek durumundayız.
“Kontrolsüz güç, en tehlikeli güçtür.” Bu cümle, ezbere alınmış bir slogan olarak değil de anlamı bilinen bir tespit olduğunda işe yarar. Küresel hegemonya arzusundaki egemen güç, adeta bedenimize monte edilmiş olan iletişim araçları (cep telefonu ve diğerleri) vasıtasıyla ciddi bir kontrol sağlamış olsa dahi, bunun yeterli olmayacağını biliyor olmalı ki herkesi çip’lemenin alt yapısını inşa ediyor. Epey zamandır et ve süt hayvanlarını rahat takip edebilmek için kulaklara numaralı küpe takılmaktaydı. Araçlara takılan plaka gibi, hayvanlara da birer kimlik numarası zorunlu olarak veriliyor artık. Birkaç on yıl öncesinden başlayan bir süreçten bu yana insanlara da birer kimlik numarası verilmeye başlandı. Son yıllarda ise kedi, köpek gibi diğer evcillere çip takılması zorunluluğu getirildi ve dünyada yaygınlaşıyor. Hepsi mantıklı ve makul. İtiraz etmek çok zor. Fakat yeterli değil, o yüzden çip takılma sırası artık insana geliyor. Sahiplenenlerin de kontrol edilmesini sağlayacağı için, hayvanları bu şekilde kontrol altında tutmaya bir itiraz yükselmese bile, insana çip takılmasını hayra yormak hayli zor olacaktır.
Koşullar bu denli değişmişken Belgesel, eski zamanın belgeseli olabilir mi? Üstelik eski zamanın belgesel yaklaşımını, yani geleneksel belgesel yaklaşımı (“Toplumcu Gerçekçi Belgesel” idi, konjonktür değişince “Sosyal Belgesel” oldu) yeterince kavrayıp içselleştirememişsek, Post-Belgesel yaklaşımı nasıl kavrayıp içselleştirerek hayata geçirelim? Çok zor. Hatta imkânsıza yakın. Zor olmasa, onlarca sağlam belgesel yapıt ortaya çıkmaz mıydı? Şayet yaşadıkça belleğimizden silinmeyecek bir belgesel yapıt yok ise, imkânsıza yakın olduğunu söylemekle, bu meselede hiç olmazsa kısmen doğruya temas etmişiz demektir. Tabii ki bunu kendi vaziyetimize eleştiri olarak almalıyız. Dünyada belgesel adına pek çok iyi şey yapıldı. Ülkemizde de iyi şeyler yapıldı kuşkusuz. Her şeye rağmen eleştiri iyidir, hatta bazen acımasız eleştiri en iyisidir. Çünkü karalamaya yönelmemiş, durumun iç açıcı olmadığını apaçık gösteren yapıcı eleştiri itici güç olur, insanı yoğun bir çaba içine sokar, dolayısıyla iyi şeylere vesile olur.
Bir soru: Toplumsal alt kesim bağlamında, Proleterya’nın yerini Prekarya aldı (veya almaya aday). Toplumsal üst kesim bağlamında Burjuvazi’nın yerini kim (ya da “ne”) aldı (veya almaya aday)? Bu soru şunu söyleyebilmek içindi: Şayet sosyolojik vaziyeti çözümleyememiş ve yeterince kavrayamamışsak, belgesel adına yapacağımız şeyler laf-ı güzaf olur ve hiçbir işe yaramaz. Bu arada literatüre uygun davranarak Post-Fotograf aşamasında olduğumuzu da unutmayalım. Öyle ya, her şey “Post” ön ekiyle ifade edilir hale gelmişse, fotograf da bundan nasiplenmiş ve Post-Fotograf olmuştur muhakkak.
İşte şimdi işler çatallaştı. Post-Fotograf da neyin nesi? Düşünmeye değer. Soralım kendimize: Biz cam negatifleri ve sonrasında filmli dönemi geride bırakmadık mı? “Karanlık Oda”dan “Aydınlık Oda”ya geçmedik mi? Film banyosu yapıyor muyuz? Agrandizör altında filmden karta fotograf basmayı terk etmedik mi, solüsyon kokularını geride bırakmadık mı? Fotograf makinemize film yerine kart takmıyor muyuz? Eskiden bastığımız fotoğrafları zarfa koyup yollarken, şimdi bilgisayar ortamında e-mail ile istediğimiz yere iletmiyor muyuz? Cep telefonu ile fotograf çekmiyor muyuz? Üstelik bundan fazlası var: Yapay zekâ devrede, metaverse gündemde. Nesnelerin interneti, Transhuman, Posthuman, Homocyberneticus ve daha kim bilir nerelere varacak bir yeni yaşam formu. Uzatmayalım, eski ile yeni arasında böylesine derin bir uçurum varken neden Post-Fotograf olmasın?
Literatürden yola çıkarak bu sonucu ürettiğimizin altını çizerek devam edelim. “Post” ön eki yerine “Last” (geç), “Neo” (yeni) ön eklerini tercih ettiğimizi ifade etmiştik. Fotografın da belleğimizdeki geleneksel fotograf olmadığını, farklı bir duruma evrildiğini biliyoruz. Post-Fotograf mı diyelim, Neo-Fotograf mı diyelim, Last-Fotograf mı diyelim? “Post-Modern (GeçModern) evrede hiçbir şey tutarlı ve anlamlı olmak zorunda değil” bilgisine dayanarak şunu söyleyebiliriz: Bunu da kim nasıl isterse öyle kabul edip dillendirsin.
“Post-Truth” da özünde “Post-Modern” vaziyeti anlatır, tanımlar. Post-Truth (biz YeniHakikat diyelim) söz konusu olduğunda, en fazla üzerinde durulan yalan-dolan kısmını bir kenara bırakarak kavramı böyle özetlemek yerinde olur.
Problem şu ki, baskın çoğunluk Hakikat’i kavrayamadan, YeniHakikat’le burun buruna geldi. Baskın çoğunluk içinde biz de varız tabii ki. Kendimizi dev aynasından görmeye gerek yok. Aynı şekilde Modern’i kavrayamadan Post-Modern’le burun buruna geldik. Liberalizm’i kavrayamadan, Neo-Liberalizm’le, Kapitalizm’i kavrayamadan GeçKapitalizm’le burun buruna geldik. Şimdi, hiç farkında olmadan Post-Fotograf aşamasını idrak ediyoruz. Fotograf söz konusu iken, kuşku yok ki en önemli mecralardan biri Belgesel’dir. Bunun en fazla önemseneni Toplumcu Belgesel/Sosyal Belgesel olagelmiştir. Diğer Belgesel alanlarının ne denli kıymetli olduğu zamanla anlaşılsa da geçmiş zaman ölçeğinde ciddiyeti bakımından ihmal edildiği söylenebilir.
Post-Modern durum apaçık ortadadır. Değersizliğin en önemli değer haline geldiği bir durum. Hiçbir şey yok, her şey var. Yanlış yok, doğru yok. Dün öyleydi, bugün böyle. Yarın başka olabilir. Sanat diye bir şey yok, her şey sanattır. Hiçbir şey Belgesel değildir, her şey Belgeseldir. Bu liste, hem vardır, hem yoktur; hem olmuştur, hem olmamıştır; hem şudur, hem budur, diye uzar gider. İşin esası için belki şu söylenebilir: Post-Truth, Post-Modern’in ruhunun derinlikleridir. O halde “Post-Belgesel” nedir, nasıl yapılacaktır? Kendisini Post-Modern olarak niteleyip Modernizmin değerlerine/normlarına itiraz eden kesimlerin ve durumu izah eden entelijansiyanın söylemine bakmak icap eder. Neden? Çünkü geleneksel Belgesel yaklaşım, Modern durumun normları içerisinde geliştirilen bir Belgesel yaklaşım içermekteydi, Post-Belgesel’in de aynen Post-Modern gibi itirazdan doğmuş bir yaklaşım sergilemesi beklenir. Yani geleneksel Belgesel yaklaşıma itiraz içeriyor olması gerekir. “Geleneksel Sosyal Belgesel yaklaşım nedir?” sorusunun yanıtını biliyorsak, meselenin önemli bir bölümünü çözmüşüz demektir. Post-Modern’in, Modern’e itiraz noktalarını biliyorsak ve benimsemişsek, doğal olarak Geleneksel Sosyal Belgesel (aynı şey diğer belgesel alanları için de geçerli olacaktır) yaklaşıma hangi noktalardan itiraz yükselteceğimizi de biliriz. Post-Belgesel yaklaşım da o zaman başlar. Vakti ve merakı olan da entelijansiyanın meseleye ilişkin söylemlerini, kaleme aldıkları metinleri inceleyerek derinlemesine bilgi sahibi olabilir. Yüzey, zaten baskın çoğunluğu alıp sürükleyendir. O nedenle bilincinde olmaya bile gerek yok, kendinizi onun içinde (Post-Truth’un ve Post-Belgesel’in içinde) bulursunuz. Derinlik ise, nefesi yetenin inebileceği yerdir. Madem Genom Çağı’ndayız, o halde daha da derinlemesine düşünmek zorundayız.
Son söz: Post-Truth ne söylüyorsa ve/ya söylemiyorsa, Post-Belgesel de onu söyler ve/ya söylemez.