Öyle bir şehir ki; Arnavut taş kaldırımlı sokaklarında yürürken, yere çakılmış küçük pirinç levhalarıyla başka bir zamana savurur sizi. Her bir küçük ve yüzlerce pirinç levhaya kazılmış isim, doğum ve ölüm tarihleri! Yüzlercesi önünüz ve ardınızca devam eder. Kim bu insanlar? Neden bu isimler her yerde adımlarınızı takip eder bu şehirde? Önce bir anlam veremez ama sonra benzer ölüm tarihlerinin sizi götürdüğü zamanı anlarsınız. Berlin… Nerdeyse her sokak, vaktiyle o sokakta yaşamış ve sonra toplama kamplarına götürülmüş Yahudilerin, eşcinsellerin, komünistlerin ruhlarını size katar. O küçük pirinç levhalar güneşte pırıl pırıl parlayıp gözünüze ışıldarken garip bir ironiyle yüreğinize karanlığı nakşeder! Her okuduğunuz pirinç levhada o insanın, o sokakta yaşamış olduğu eve bakar, apartman kapısından son çıkışını hayal eder ve son yürüdüğü yollarda yürürsünüz. Bir sonraki levhada, bir başka evin camından sanki size bakan bir kadın ve evin önünde oynayan küçük bir çocuk görürsünüz. Pirinç levha söyler yaşını, doğum: 1941 ölüm: 1946! Bir sonraki, bir sonraki ve bir sonraki… Derken adımlarınız sizi bir üniversite kapısına getirdiğinde, henüz okurken götürülmüş öğrencilerin isimleri sıralanır bir bir önünüzde. Orada öyle mıhlanır kalırsınız. Işığın ve karanlığın aynı anda insanı bu kadar sarmaladığı bir yer var mıdır bilmiyorum. İnsan, insanlık tarihinin belki de en yıkıcı izleriyle dolu böyle bir şehirde en çok ne üstüne düşünür? Bu şehir, bu pirinç levhaların üzerine çakılı taşlar insanı en çok ne üzerine düşündürür? Belki şaşırtıcı… Belki en umulmadık şeydir. Ama umuttur düşündüğünüz.
Öğrencilerin isimlerinin üzerine basmama çabası içinde koca bir adım atıp Humboldt Üniversite kapısından içeri girdiğinizde, Karl Marx’ın şu sözü karşılar sizi duvara kocaman puntolarla nakşedilmiş: “Filozoflar dünyayı farklı biçimlerde yorumlamakla yetindiler; artık dünyayı değiştirme vakti.” Dünyayı değiştirmek, ne kadar iddialı geliyor kulağa!
Dersliklere doğru merdivenleri çıkarken, bu topraklarda yaşamış filozoflar gelip geçiyor bir bir aklımdan. Goethe, Shopenhauer, Nietzsche, W. Benjamin, G. Simmel… Birden Ernest Bloch takılıyor zihnime ve onun ünlü eseri. Hızla kütüphaneye yöneliyorum. İşte orada! Raflarda 2 koca cilt halinde bana bakıyor Bloch’un ünlü Umut İlkesi.
Belki o an ilk kez düşünüyorum! Neden umut duygusu ya da düşüncesi değil de “ilkesi”? Nerdeyse umudu bir yasaya tabi kılarcasına, onu duyguların uçuculuğundan, düşüncelerin değişkenliğinden kurtarırcasına bir tabir: Umut İlkesi! Bir iyimserlik havası, iyimserliğe vurgu da değil bu! Kastettiği, gayretle çabalamanın sonucunda, nihayeti ne olursa olsun anlamlı bir yere varılacağına dair bir inanç! Umut bize içkin, bizim adeta varoluşsal gerçekliğimizin bir parçası! Hatta henüz var olmayanın ama imkânlı olanın peşinden gidiş… Bir ütopya imkânının, uzaktan da olsa bize parıldaması. Bloch’un kadim dostu W. Benjamin’in “Hiçbir kültür ürünü yok ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.” gerçeği eşliğinde umuda devamlı bir cüret! Direnmek ne fark eder demeden, düşünmek ve yazmayı esaslı bir eylem görerek!
Nasıl bir yaşam deneyimden, nasıl bir siyasi iklimden geliyor Bloch ki umudu bir ilke olarak ortaya koymak istiyor! İki dünya savaşını da görmüş, Nazi zulmüne tanık olmuş, hatta 68 kuşağı ideallerinin destekçisi Marksist bir filozof o. İşte tam bu cehennem yollarından geçerek yazıyor Umut İlkesi’ni ve şaşırtıcı bir biçimde şöyle diyor: “Umudun gerçekten umut olabilmesi için hayal kırıklığına uğramış olması lâzım!” O zaman anlıyorum, küçük pirinç levhaların bana neden umut üzerine düşündürttüğünü. Henüz var olmayan ama imkânlı olanın peşinden gidebilmek, onu “düşleyebilmek” kötülüğün sınır kapılarından geçiyor sanki.
Kütüphaneden çıkıp tekrar yürüyorum Berlin sokaklarında. Bloch pirinç levhaları hiç görmedi biliyorum, yakın dönem sanatçı Gunter Demnig’in fikriydi bu. Sadece Berlin değil tüm Almanya ve tüm Avrupa şehirlerine yayıldı pirinç levhalar son 25 yıl boyunca. 75.000 insanın varlığı çakıldı taşlara. Onlara “tökezleme taşları” adını verdiler. Tökezlemek! İnsanlık adına, gelecek adına! Bloch duysaydı bu verilen adı ne derdi diye düşündüm? Tökezlemek umut adına? Cevabı siz verin.
Toplama kamplarında yaşananlardan sonra, “Artık nasıl şiir yazılır, orada şiir de öldü,” diyen filozoflar ve edebiyatçılar oldu. Yine Berlin’li filozof Simmel ise şöyle demişti yıllar önce: “Hayat her türlü içeriğin ötesine salınır, o içeriğe aynı anda hem içeriden hem de dışarıdan bakar. Hem bu içeriğin içindeyizdir hem de aynı anda dışında.”
Bir süre sustu şiirler, evet! Sonra tüm gücüyle yeniden yardı sessizliği. Berlin… Seni yürümek, sanki ölümden tekrar tekrar yaşama yürümek gibi. Ve inadına yazılmış bir şiirde, Neruda’nın dizelerinde buluşmak!
Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan!
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde!
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde!
*Pablo Neruda, Çev: Hilmi Yavuz