Günlük Kokusu

 

 Ne zamandır üzerimde kalın bir kabuk var gibi hissediyorum. Yazdıklarıma bakıyorum; Ağır ve hantal geliyor. Kalın kabukların altındaki sessiz sözcükler. Tıpkı oturduğum mahallenin çarşısında gördüğüm o sert kabuklu sığla ağacı gibiyim. Yanından geçerken genzimi yakan, ağır bir reçine kokusu geliyor… Her seferinde beni durduruyor, şaşırıyorum ve hatırını soruyorum, iyice yaşını almış ağacın.

 Onun gibiyim işte. Hiç kimseyle görüştüğüm yok, evimden çıkmadan sadece okumak, okumak istiyorum…

 Yazasım da yok. Sevgilim “Olur öyle zaman zaman.” diyor. “Neye, nasıl ihtiyaç duyuyorsan, onu yap…” Öyle yapıyorum. Annem ise “Yabanisin.” diyor. “Hep böyleydin..” “Yaşlanacaksın bir gün, sonunda yalnız kalacaksın.” Varsın öyle olsun. Böyle iyiyim, kukumav kuşu gibi oturup yemin gelmesini beklerim.  Bak ne güzel yağmur yağıyor, bundan güzel hava var mı var deyip kitabımı seçip okumaya koyuluyorum.

 Arada sırada öğleye doğru, oturduğum semtin çarşına gidiyorum. Mahallemin çarşısına yani.  Orayı sevmemi sağlayan “o sığla ağacından” ayrıca söz etmeliyim. Ama sırası gelince…

 Günün her saatinde rahatça park yeri bulabildiğim ferah, upuzun bir caddesi var. Berber, kuruyemişçi, manav, sahaf gibi dükkanlar bu caddeyi çevreler… Öğle saatlerinde mis gibi taze ekmek kokusu yayılır çarşıya. Yemediğim halde o kokuyu duyunca almadan geçemem. Fırının karşında yöresel peynirleri bulabildiğim şarküteri var, hep iştahımı açar. Oraya da mutlaka uğrarım. Karşısındaki çay bahçesinde soluklanır, taze demlenmiş çayı yudumlarım. Geleni geçeni seyrederim. Semtim sakin ve yavaştır. Kimsenin acelesi yoktur.

   Caddenin ilerisinde bir de hırdavatçı var ki her şeyi bulabildiğim bu dükkânın raflarında, başka yerlerde görmediğim türlü türlü kaktüsler durur. Sevimli “Deniz Kaplumbağası” bibloları özenle bu kaktüslerin arasına serpiştirilmiştir. Tıpkı semtimizin tombul “Caretta Caretta ” figürlü kaldırım taşları gibi, neşe katar gezintilerime.  Çevresini güzelleştirmeye çalışan bu genç esnaf adamı da pek severim. Dükkanına girmesem de önünden geçerken mutlaka içeriye göz atıp, raflardan sarkan sağlıklı kaktüs dallarına bakarım. Beni mutlu eder. Bitkilerinin güzelliğinin “Sırrı nedir?” diye sorduğumda öğrendim ki her gün onlara Mozart’ı dinletiyormuş. Bir de sabah kahvelerinin ortakçılarıymış sağlıklı kaktüsleri. İşte bu can alıcı yeşil rengin sırrı buymuş.

 Yaşlanınca yalnız kalırım diye istemediğim hiç kimseyle zaman geçiremeyeceğim.  Çarşıda dolanmayı ve çiçeklerine Mozart dinleten esnafla sohbet etmeyi tercih ediyorum… Havadan sudan konuşmak, çevrelerinde yaratıkları ayrıcalıklı ortamı hissetmek, işte sevdiğim bu.

 Baharda portakal çiçeği, yasemin ve gül kokularının birbirine karıştığı, dev kaktüs meyvelerinin, portakalların ve narların yaz sonunda bahçelerden taştığı yerdir mahallem. Bereketlidir doğası. Verimlidir toprağı.

 Gelelim caddeyi çevreleyen sıra sıra görkemli “sığla ağaçları” na. Güneşi gölgeleyen dallarından gökyüzünü seçmek zordur. Buranın yerlileri “günlük” de derler bu ağaçlara. Yazın koyu sıcağında gölgesine sığınırım. Görkemli ve azametli boyuyla insanı küçücük hissettirir. Onlara dokunarak saygıyla yürürüm yol boyunca. Güneş ısıtınca, gövdelerinden baş döndürücü bir koku sızar. Bu kokuyu ciğerlerime doldururum.

 Hep “o” ağacın yanında yine,

 Duruyorum.   

 Bilmem kaçıncı seferdir sarıldığım sert kabuklu gövdesine, bu kez de başımı yaslayıp, ona kulak veriyorum.

 Dinliyorum;

 Çığlık gibi, acı acı kokuyor. Donakalıyorum.

 Duyuyorum.

 Geçeni durduran, yoğun, yakan, insanın içini kanırtan bir koku.

 Oysa o, kalın kabukların altındaki şifalı özsuyunu vermek istiyor sadece. Her sığla ağacı bunun için kullanılmıyor. Eski usul sığla yağı çıkaran komşumdan öğrendim usulünü: Ağaçtan sızdırılan yağ, uygun ısıda karartmadan kaynatıp üç kat ince kadın çorabından defalarca süzdürülüyor. Reçinesi, benzersiz bir şifaya dönüşüyor. İşte o değerli sığla yağı böyle elde ediliyor.  Hissetmek, bilmek gerek, hangisinden yağ alacaksın, hangisinin kabuğu kullanılacak buhur için, hangisinin reçinesi kurutulacak… Ne yazık ki bilemeyecek gelen yeni nesil, sığla ağaçlarını işlemeyi. Bırakmışlar kendi başlarına, sözde koruyor görünüyorlar.     

 Gelip geçerken duyuyorum kokunu. Öyle yoğun ki… Sen olduğunu fark edince duralıyorum sığla ağacı. İsim veriyorum sana. İçimden mırıldanıyorum üç kez, duyuruyorum sana… “Adın Ilgın”…

 Buradayım,

 Buradayım ama yardım edemiyorum, tek dalına bile dokunamam, bu kanunla engellemişler. Yağ çıkarmak için gövdesine uygun çizikler atmak, kalın kabuklarını sıyırmak gerektiğini biliyorum. Ancak ağaca zarar verebilir ehil olmayan eller. Yararlanabilir. Bu nedenle sığla ağaçlarının “dalına bile dokunulmaz” etmişler ama bakımı da yapılamıyor. Yardım gerekiyor ağaçlara. Aynen bir tarlaya bakar gibi…

 Biliyorum.

 Şifa olmak beklentisizce isteğin…

 Anlıyorum,

 Varoluş amacını gerçekleştirememek tarifsiz acı kaynağıdır.

 Etrafıma göz gezdirip kimse bakıyor mu diye etrafı kolaçan ediyorum. Sert kabuklarının birazını kaldırıyorum. Yoğun kokunun geldiği yerden reçine sızıyor.

 Üç küçük parça kabuğu alıp eve getiriyorum. Evde balkonda bakır tütsü kabının içinde yakıyorum. Dumanı tüterek, kül olana dek yanıyor… Kötülüklerin uzaklaşmasını dileyerek, kokunu içime dolduruyorum.

 Bu şifalı duman …Bu kekremsi koku…

 İşte Ilgın, var olma amacını yerine getiriyorsun.

                                                                                                        

  

Yorum bırakın