“Son yıllarda beni en yüreklendiren şey, insanların sinemaya değil, belirli bir filmi görmeye gitmeleridir.”
Rene Clement
Yusuf Atılgan, Aylak Adam romanında, modern dünyanın yeni bir tip ürettiğini imâ eder: sinemadan çıkan insan! Max Weber’in “büyüsünü yitiren dünya” olarak tanımladığı modern kavrayışın aksine, yeniden büyülenen insanın olanağıdır bu. Benzetmenin gücüne sığınarak ifade edersek insanın karanlık dehlize, mağaraya çekilişidir sinema. Salonun dışındaki hayat olanca hızıyla akmakta, yaşam bir kapılma hâline dönüşmektedir. Sinema salonunun mabedvâri yapısı, gaileden ve gündelik olandan izole hâli, izleyiciye soluklanma, durup düşünme imkânı yaratır. Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün mağaraya çekilişi ve zihinsel olarak demlenişi gibi bir sekans oluşturur salonlar/filmler. Elbette bu durum, tüm filmler için söylenemez. Beynin süngerimsi yapısını besleyecek, onu damarlandıracak ve zihni özgür bırakacak bir deneyimdir kast ettiğim. Fimlerin -mimetik bir etkiyle- yaşamdaki deneyimleri kopyalama amacı yoktur. Filmler bize çoğunlukla, kendilerine özgü sinemasal deneyimler yaratır. Yusuf Atılgan’ın imlediği sinemadan çıkan bu yeni insan, -gelin biz şimdilik ona Homo Sinemans diyelim- bahse konu sinemasal deneyimlerin tesiri altındadır. Bir tür illüzyondur yaşanan. Uyuşturan, edilgen kılan bir illüzyon değil; yaşamın olağan akışının dışına fırlatan, mekânları ve insanları yeniden düşünmemizi sağlayan, çocuk bakışına özgü bir büyü. Söz yerindeyse, aşk nasıl bize yaşamı yeniden düşünme olanağı veriyorsa, üzerimizde etki bırakan filmler de aynı olanağı yaratır.
Modern zamanlar, hayal gücünün büyük ölçüde -görselleşme etkisiyle- tazyikini yitirdiği zamanlardır. Her şeyin görünür olduğu düzlemde, düş gücü kullanımının ve zihnin şeyleri yeniden inşasının imkânları daralır. 19. yüzyılda bilhassa Rus romanlarında görülen detaylı tasvirler, görselleşmemiş bir çağın okuruna sunulan evren yaratma girişimleridir. Günümüz romanı ise bu kertede bir anlatıma gerek görmez. Bir bakıma filmler de bize bunu yapar. Orada öylece olup biteni izlerken düşlemeye gereksinim yok gibidir. Öte yandan, içinde bulunduğumuz ve tüketim toplumu olarak tanımlanabilecek 21. yüzyıl halet-i ruhiyesinin, hayal gücünü denetim altına alması da bahsi diğerdir. Eva Illouz, Aşk Neden Acıtır? kitabında, Colin Campbell’dan alıntıyla şunu yazar: “Tüketimin temel faaliyeti […] seçim yapmak, satın almak ya da ürünlerin kullanılması değil, daha çok ürün imajının katkıda bulunduğu hayali haz arayışıdır.”
Tam bu noktada, -Atılgan’dan ilhamla- Homo Sinemans, filmden çıktığı anda karşılaştığı imajlar üzerine yeniden düşünür. Bu durumu belki şöyle de anlatabiliriz: “İyi filmler” bittiği anda yeniden başlayan filmlerdir. Sinemasal imajların tüketildiği değil, zihnin içinde yeniden üretildiği filmler… Dolayısıyla Homo Sinemans, hem kendini sistemin hayal gücü denetiminden koruyacak -entelektüel gücü nispetinde- hem de düşleme edimini, yaşamın içinde yeniden tesis edecektir. Sinema ile düşünme, felsefe yapma olanağına dair Prof. Dr. Serdar Öztürk, Sinema Felsefesine Giriş kitabında şunları yazar:
1890’larda sinema toplum hayatına girdiğinde, entelektüeller ve yazılı dünya içine girmiş toplum kesimleri tıpkı Sokrates’in yazıya karşı çıkışı gibi sinematik imajlara mesafeli baktılar. Sinema onlara göre sadece eğlence ve hoşa vakit geçirme demekti. Sinemanın entelektüel bir faaliyetle, düşünceyle ilgisi yoktu. Frankfurt Okulu teorisyenlerinden Adorno ve Horkheimer dâhil pek çok filozof, klasik estetik teorilerine bağlı teorisyen sinemayı bu düzlemde ele aldı. Oysa felsefe sinemayla birlikte yeni bir ifadeye kavuşmuştu: sinematik deneyim, sinefilozofik deneyim. Felsefe artık sinematik dünyanın içerisinde kitaplardaki tahayyülden yeryüzüne, sokaktaki insanın dünyasına inmişti. Kısaca felsefe artık yeniden pazaryerinin dünyasındaydı. Yeni felsefenin adı, sinematik felsefeydi, sinefilozofiydi.
Şu hâlde -biraz haddimizi de aşarak- Homo Sinemans’a, bu yeni düşünce biçiminin ve sinemasal deneyimin etkisi altındaki insan diyebiliriz.
Elbette, özellikle sinemasal deneyime itiraz edenler olabilir. En temel düzeyde, sinemasal deneyimin “gerçek” bir deneyim olmayacağına dair karşı koyuşlar ihtimal dahilindedir. Bu minvalde bir akıl yürütme, başka bir soruyu doğuracaktır. “Gerçek deneyim” nedir? “Gerçek deneyimin” -yine tırnak içinde söylemek gerekirse- “gerçek” olması gerekir mi? Örneğin, Türkçeye Gözleri Tamamen Kapalı olarak çevrilen Stanley Kubrick’in son filminde, Tom Cruise’un oynadığı Billy Harford karakteri, Nicole Kidman’ın oynadığı Alice Harford karakterinin kendisine anlattığı subay hikâyesi ile çarpılır. Alice Harford, geçmiş yıllarda eşiyle çıktıkları bir tatilde, sıradan bir subay ile karşılaşmış ve onu; eşini, çocuğunu terk etmeyi göze alacak ölçüde arzulamıştır. Böylesine bir birliktelik hiç yaşanmamasına rağmen, Billy Harford, zihninde yarattığı imgelerle bu var olmayan birlikteliğin -adeta yaşanmışçasına- etkisi altına girer. Detaylarını bir film izleyicisi gibi temaşa eder. Yaşamın içerisinde duyularımızla görüp ettiğimiz deneyimlerle, bu türden bir deneyimin ne gibi farkları vardır? Şayet deneyim, -en azından yarattığı etkilenimler açısından- bize tesir eden, kuvvet uygulayan, belleğimize tutunan ve bizde keder/sevinç duyguları yaratan bir hadise ise, Billy Harford’un yaşadığına gerçek bir deneyim değil diyebilir miyiz? Müsaade ederseniz, hafıza verisi olmamasına, hiç yaşanmamasına rağmen belleğe bu denli tutunan deneyimler için “bellek yanılgısı” kavramını önereceğim. Platon’un duyusal alana atfettiği doxanın bellek için söz konusu olduğu bir durumdur bellek yanılgısı.
Sinemasal deneyimlerin de buna benzer bir gerçekliği vardır. Yaşamın duyusal alanında, yapıp etmeler düzeyinde yaşanmamış olsa dahî, belleğe tutunma ve kuvvet uygulama güçleri bakımından gerçektir! Life is Beautiful filminde, Guido’nun ölüme gülerek gidişi “artık” yaşama dahildir. Selvi Boylum Al Yazmalım‘da, Asya’nın İlyas’a dönüp bakması mıh gibi oradadır! Kibar Feyzo’nun kul olmaktan birey olmaya geçme isteğini naifçe ifade ettiği “Koviir misin ağam?” sorusu gündelik dile yerleşmiştir. Tıpkı Roman Polanski’nin dediği gibi bu türden filmler, bize “salonda oturduğumuzu unutturan” filmlerdir.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi yaşamı taklit etme gayesi gütmeyen, kendine has deneyimler başka deyişle kendine özgü bellek alanı yaratan bir disiplindir sinema. Pek çok zaman, Vertovcu deyişle gözü de aşan bir deneyim. Vertov, sine-göz olarak ifade ettiği kavramla, insanın gözünün zayıflığından dem vurmuş ve kameranın özgürleşmesi gerektiğini savunmuştur. Özgürleşen kamera, insan gözünü de aşan imajlar/deneyimler yaratacaktır. Bazı durumlarda da, dilin olanakları yerine imajları koyacaktır. Mihalis Kakoyannis’in yönetmenliğini üstlendiği, Kazancakis’in yapıtından uyarlanan Zorba filminde, metinde son derece kitaplara düşkün olduğu anlatılan Patron karakteri, şiddetli bir yağmurun yağdığı açılış sekansında, şemsiyesini kendisine tutmak yerine içi kitap dolu olan bavuluna tutmuştur. Kelimelerin yaptığını, saniye cinsinden ifade edilebilecek bir zaman diliminde imajlar yapmıştır. Bu evren ise Homo Sinemans’ın evrenidir.