Bol ödüllü ve ödül adaylığı olan filmler üreten Hirokuzu Koreeda, Japon sinemasının son yıllardaki medarı iftaharı.
Başlangıçta üslubu Yasujirō Ozu ile kıyaslansa da belgeseller ile sinemaya adım atan Koreeda, belki bu nedenle kamera ile sıradan insan ilişkisini derinden fark etmiş son derece gerçekçi filmlerle kendi üslubunu ortaya koymayı başarıyor. Aile kavramını dingin ve sade bir dille anlatan yönetmen, işin en zor tarafını, karakterleri asla yargılamadan aktarmayı da beceriyor.
Edebiyat bölümünü bitirdiği için olsa gerek eserleri yalnızca insanlık üzerine değil, iyi bir romanın okuyucuya sunduğu karakterin kimliğindeki gizemle ilgili merakı oluşturarak sürükleyici bir anlatımı başarıyor. İnsan ruhuna bakışı ile filmleri, çağdaşları arasında parlıyor.
2023 yapımı son filmi Monster (Canavar), 76. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Senaryo” ödülünü aldı. Film kurgusu ile Akira Kurasawa’nın ölümsüz Rashomon’una zarif bir Japon selamı gibi. Diğer yandan Rashomon’da film boyunca insanın kötülüklerinden kötülük beğenirken son sahneye dek insanın sevilesi yanı ile pek tanışmadığımızı anımsarsak Monster’da saflığa ve güzelliğe adım adım yaklaştığımızı söyleyebiliriz. Bu izleme serüveni, zihnimizin çalışma biçiminin nasıl basit neden ve sonuç ilişkilerinde tıkanıp kaldığını bilen bir yönetmenin, tabiri caizse bir ökse gibi dallara bıraktığı delilleri toplama davranışımızı uyarıyor. Bunu da küçük bir çocuğun aniden saçlarını kesmesi, eve yaralı gelmesi, ortalıkta dolaşıp duran bir ayakkabı teki, domuz beyni ile ilgili diyaloglar, ölü bir kedi, her hikâyede duyulan ve en sonunda yerini bulan trombon sesi ve zar tutan bir senaryo ile başarıyor. Kendi görüş ve inanışlarımızın içten içe kendi aklımızı kutsama tavrı ile ilgili oluşuyla bizi defalarca yüzleştiriyor.
Gerçeğin menfaatlere göre nasıl eğilip bükülebildiğini, güvenilirliğin yalnızca anlatı ve sezgilerle oluşmadığını, sezgi dediğimiz şeylerin bizi biz yapan, sorgulamaktan çekindiğimiz parçalarımızla nasıl ilintili olduğunu yalnızca izlemiyor, deneyimliyoruz film boyunca. Bu canavarın hakikatte kim olduğu sorusu üzerine bir film Monster.
Film sanki Orta Çağ’da cadıların yakılmasını çağrıştıracak, bir hostes barında kasten çıkarılmış yangın sahnesi ile başlıyor. Öyle ya, tek gözlü Kyklop, Eski Ahit’de adı geçen Behemoth, Leviathan, periler, cinler, iblisler, kurt adamlar, vampirler, cadılar ve hatta Frankestein. İnsanlığın canavarları; dünyanın farklı coğrafyalarında ve farklı zamanlarında edebiyat, inanış ve kültürel temsil olarak farklı şekillerde beliren figürler.
Günümüzde cinsiyet, ırk, sakatlık temelli öteki olarak etiketlenenle, sıra dışı olanla, canavarla karşılaştığında ruhsal bütünlük ve dengesinde kırılma tehdidi yaşayan insan kaygı duyar. Temelde toplumla ve kendi içindeki hallerle uyum içinde olmasını öğütleyen iç dinamikler sarsılır, içinden bir canavar mı yoksa insan mı çıkacağını bilememeyle ilgili endişesi tetiklenir. Diğer yandan insanlık tarihi boyunca teşhir edilmiş onlarca garip, ucube figürü aslında üstün insan figürüne hizmet eder. Öteki oluşu, disiplini topluma uygunsuzluğu tehlike olarak kodlayan iktidarın işine yarar. Sınırları çizerken, toplumu ayrıştırırken, sınıfları kurarken ötekiler gereklidirler.
Zamanında insan davranışlarının bilim ile öngörülebilir, tanımlanabilir ve nihai olarak güvenilir oluşu canavarı Focault’un “ıslah edilmesi gereken birey” tanımının hedefi yapmıştı. Suç işleme olasılığı barındırıp toplumu ve küçük insan kimliğini tehdit edebilecek kötü alışkanlıkların ve farklılıkların izleri sürülmeye başlandı. Üst insan sayılanların yanında “az” insan sayılan kadınlar, çocuklar, evsizler, sakatlar, eşcinseller, cinsiyetleri kolayca sınıflandırılamayanlar, bitkiler, hayvanlar ve hatta yeryüzü suları arkaik bilin, kültürel kodlar yardımı ile “doğal olmayan” diye etiketlendirildi. Amaç canavarı kontrolden çıkmadan toplumun dışına itmek, topluluğun sınırlarını güçlendirmekti.
İşte bu yüzden, canavar hem toplumun hem de benliğin sınırları dışında tutulmalı, handiyse yok edilmeliydi.
Öte yandan grup aidiyeti, kültürel farklılıklar ve toplumsal hiyerarşinin hizmetindeki beden algısı, çeşitliliğin rengârenk anlayışını sindirmeye çalışırken canavar devrimci bir kimliğe büründü, sınırların bulanıklaştığı yerleri mekân edindi. Onun söylemleri normalleştirici iktidarın tüm tehlikelerini açık ediyordu.
Filme geri dönersek hikâyenin geçtiği yer, okul; kurumsal bir düzenek. Kuralları koyanlar ile görüşmelere gelen insancığın hiyerarşisini vurgularcasına bol bol merdiven sahnelerine tanık oluyoruz. Eşinin yasını oğlu Minato’ya duyduğu kaygı ile yaşayan anne de o merdivenleri sıkça tırmanıyor. Hep bir iz peşinde ama yorumlarını şekillendiren endişesinin farkında değil. Oysa televizyonda söylenenlerin yalan olduğunu ayırt edebiliyor. Başka bir açıdan bakabilse Minato babasıyla yalnız konuşmak istediğinde, kimseye söyleyemediklerini farklı açıdan yorumlayabilir. O da pek çoğumuz gibi dışarıdaki canavarlarla ilgili korkulara sahip. Minato ise annesinin, sınıfındakilerin ne düşündüğü ile içindeki canavarın dedikleri arasında bocalıyor.
Minato’nun arkadaşı nam-ı diğer canavar Yori, hepimize Jung’un Güzel ve Çirkin yorumunu anımsatırcasına yumuşak, sevgi dolu bir karakter. Ne diyordu Jung: “canavarı sevmek içimizdeki hayvanı sevmektir”. Yori ile canavarın sevilebileceği fikrine Minato ile adım adım yaklaşıyoruz.
İmla hatalarının ve belki de tüm hataların peşinde koşan, yalnız öğretmen yine senaristin bir yemiyle, ciddi bir toplantıda şeker yiyip bizi kızdırıyor. Öğretmenler kurulunda kendi yaşadıklarını dahi savunamayan bu karakter bize hataları fark edenin cesareti olmadığında ne kadar yetersiz kalacağını anlatıyor.
Sürekli yerleri temizleyerek geçmişini temizlemeye yeltenen, ilk öyküde absürt denilebilecek bir karşılaşma yaşadığımız müdire, son bölümde öyle güzel bir mutluluk tanımı yapıyor ki -sinema konuşmaz gösterir diyenler kızsa da- sahne içinize işliyor.
Tam bu arada yönetmenin filme kattıkları ile ilgili bir ayrıntı göze çarpıyor. Hemen hemen tüm filmlerinde trenler ve onları anımsatan görüntüler olan yönetmen, bunu düşük gelirli bir ailede büyümesine, trenle ilgili bolca anısı olmasına bağlarken ekliyor: “Trenlere arabalar gibi kimse sahip olamaz, onlar herkesindir… Bana kalırsa da trenler insanı eşitliyor.” İşte müdire de mutluluk için çok benzer bir şey söylüyor.
Filmin senaryosu, kendi senaryolarını genelde kendi yazan yönetmen için farklı bir adım, Yuji Sakamato’ya ait. Film müziklerine katkı sağlayan Ryucji Sakamato maalesef film tamamlanamadan ölmüş ve Koreeda filmi ona ithaf etmiş. Arka plandaki varlığı çoğu zaman müzikli bir kutunun açılması ile dans eden balerini izliyormuş hissi yaratıyor.
Kasırgalar, köprüden geçen çocuklar, sığınaklar ve yeniden doğuş ile ilgili unutulmaz sahnelerle dolu Monster, tüm Hirakozu Koreeda filmlerinde olduğu gibi sözün sabitliğindense sembollerin muğlaklığını tercih eden bir film.
Filmin gerek öyküsünü gerekse kameranın ve ışığın kullanılış biçimini çok şiirsel ve dokunaklı bulmuştum, bu yorumla çok başka bir derinlikle analiz edilmiş kutlarım.