Beyaz parmaklıkların ardında, kahverengi bir camın yarısını tamamladığı kütüphane kapısının önündeyim. Derin bir nefes alıyorum. 2001 yılından, on beş yaşımdan koparılmış bir soluk. Elimde Dostoyevski’nin Delikanlı kitabıyla başlayıp ellerimde top gibi çevirdiğim, sanki içindeki kelimeler sayfalardan çıkıp ben yürüdükçe önümde birer eşlikçiye dönüşmüş, hatta evin yolunu unutmuş gibi yaparak harflerle oyun oynadığım eve dönüş yolculuğum, eve girer girmez telefonun çalmasıyla son buluyor. Telefonu açan kimse olmadığını fark edinceye kadar bekliyorum önce. Çünkü sevmiyorum telefona bakmayı. Beni ilgilendirmeyen insanlar, annemin dakikalarca konuşup kapattıktan sonra “Of çok tuttu beni!” diye eseflenerek vurguladığı telefon görüşmeleri, tuhaf zil sesiyle özdeşleşmiş benim için. Tuhaflığı, sonraki yıllarda hiçbir telefon sesinde bulamayacağım, değişken bir tını barındırmasından ileri geliyor. Arayan kişi sakin, dingin, beklentisi rahatsızlık vermeyecek biriyse eğer, telefonun mekaniğine nasıl fısıldandıysa, öyle, usul usul çalıyor. Arayan kişi telaşlı, heyecanlı biriyse, zil sesi sanki titriyordu, ahize hop oturup hop kalkıyor. Bir de öfkeli, duygusal olarak katı olanlar vardı arayanlar arasında. Babam gibi. Onun aradığını kalbimden, derinden biliyorum. Ürperti saçıyor telefon, görüyorum. Parlak sarı, keskin, köşeli yapay yıldızlar saçıyor. İşte şimdi, tam da bugün, bu ürpertiye benzer bir melodi var kulağımda. Koskoca bir ömrün, devinimli arayışını başlatacak kadar kuvvetli bir melodi. Belki kapanır umuduyla, yavaş yavaş ilerlememe rağmen yetişiyorum. “Alo!” isteksiz ve duygusuz sesim. Tekrar ediyorum “Alo!” cevap yok. Tam kapatmak üzere, ahizeyi daha çok sarmalıyorum ki o soru geliyor. İçimde, neredeyse asırlardır, atalarımdan miras bir utanç sarmalı varmış da, tek cümleyle bir ucundan çekilip düzenli dağılımın ahengi bozulmuşçasına sorulan o soru. “Elindeki kitap neyle ilgiliydi öyle?”
Sesin sahibini o saniyede tanıyorum elbette. Benden üç yaş büyük, üst sınıflarda okuyan delikanlılardan biri. Onu görmek, aynı servise binmek için her gün bir buçuk saat fazladan boş sınıfta beklediğim genç adam. Sesi adeta kulağımda patlıyor, o patlamayla tüm vücudum sarsılıyor. Sesin tek bir parçası ziyan olmuyor. Kendimi tüm ülkenin önünde çırılçıplak sergilenen fakat bakılması, dokunulması yasak olan bir heykeli izlerken yakalanmış gibi hissediyorum.
Kapanıyor telefon. Ahizeyi zorlukla yuvasına yerleştiriyorum. Elimdeki kitap neyle ilgiliydi sahiden? Delikanlılarla ilgiliydi. Ben on beş yaşımda heyecanı göğsünü delip geçen o tatlı meltemin içinde neyi merak edecektim? Ne okuyacaktım Allah aşkına? Delikanlı kimdi? Ne isterdi? Ne yapardı? Nasıl yaklaşmalı? Nasıl kaçmalıydım? Ne zaman yaklaşmalı? Ne zaman kaçmalıydım? Merak ettiğim besbelli delikanlı yaşamlarında gencecik kadınlığımın nerede duracağıydı. İşte nefesimi tutup da bir daha bırakmadığım gün, o gün benim. Utanç ve suçluluk içinde aldığım, nefret duymaya çalıştığım kitabın ahlak penceresinden dışarı fırlatıldığı o gün. Kitaptan kurtulursam, sayısız bacaklarıyla, sarımsı sert dokusuyla içimde gezinen bir böceği andıran o duygudan da kurtulacaktım. Dışarı çıkıp bambaşka bir hızla kütüphanenin yolunu tutuyorum. Kelimeler de bana uyum sağlamış, kapağını sımsıkı tuttuğum kitabın içinde usulca yarattıkları cümlelere sadık kalıyorlar, yeni anlamlar, duygular yaratmaktan kaçıyorlar. Aldığım gün bıraktığım kitabın evi olan bu kütüphaneye de o olaydan sonra bir daha hiç uğramadım. Telefonda kulağıma fısıldayan o ses, on beş yaş cesaretime, merakıma, çiçeklenme hevesime galip gelmiş, yıllar sonra açılması için gecelerce günlerce emek verilmesi gerekecek olan bir kutuya hapsedilmişti.
Bugün, o kutuyu açmaya, o hesabı görmeye. Delikanlı’yı ziyaret etmeye geldim buraya. İstesem hemen girerdim ama öyle yapmadım. Önce karşı kaldırıma oturup izledim. Girenleri, çıkanları… Hemen hemen hepsi lise öğrencileriydi. Kapısından, en çok da kapısından gözlerimi ayıramıyordum. Belki de başka bir hikâyenin yazıldığı, başka bir heyecanın gem vurulduğu bir evin kapısını andırıyordu. Yavaşça kalktım, dakikalarca izlediğim kapıdan içeri adımımı attım. Değişmişti, daha doğrusu küçültmüşlerdi. Kütüphane raflarında gezinmeden önce “kendimi” aradım. En uçta, klasiklerin yoğunlukta olduğu rafların önünde Delikanlı’sını ararken buldum onu. Kimseyle ilgilenmiyor gibi görünmeyi ne de güzel başarıyordu. Halbuki biliyordum, kütüphanedeki herkesin nasıl oturduğuna, ne okuduğuna karşı yüksek derecede bir ilgi besliyor, hatta buna engel olamıyordu. O nedenle de herkese istemeden yönelttiği bakışları okuduğu lisede meşhur olmuştu. Elinde tuttuğu birkaç tane kitapla yürekten ilgileniyor, bakışlarıyla da etrafını süzüyordu. Gitsem elindeki kitapları usulca elinden alsam, “Bak buradan başla klasiklere!” desem istiyorum. Çevreni incelemekten çekinme, kaçırma bakışlarını desem. Eğer insanları rahatlıkla gözlemlersen, özgürce okursan yüzlerde yazılanları, yaşamak seni çok yormayacak, desem. Okumak yaşamanın antrenmanıdır, desem. Saçlarını da sürekli kestirip durma, uzat biraz, diye nasihatler versem. Orada öylece yalnız başına Delikanlı’sını arıyor. Elindeki diğer kitapları bırakıyor. Kitabını alıp hızlıca yanımdan çıkıp gidiyor. Durdurmak istesem de sözlerim içerde kalıyor yapamıyorum. Raflara göz gezdiriyorum. Klasiklerin olduğu bölüme gelince neredeyse gözüme üç tane, farklı yıllarda basılmış, çevrilmiş Delikanlı kitabı çarpıyor. Farklı renklerde, dokularda, kokularda… Dokunuyorum, hala kızgın, küskünüm. Bunlardan biriydi, acaba hangisiydi, hatırlamaya çalışıyorum. Olmuyor.
Hızla çıkıyorum kütüphaneden, birkaç derin solukla halledilmeyecek bir şey yok artık hayatımda. Bu da onlardan biri. Her solukta bir tane Delikanlı’yı bırakıveriyorum. Nasılsa hepsi aynı şeyi yazıyor. Nasılsa her nefes aynı tanecikleri barındırıyor içinde; içimize tertemizken alıp kendimizle kirlettiğimiz, dönüştürdüğümüz, yaşattığımız soluklara dönüşüyor. Okuduğumuz her kitap gibi; el değmemiş sözcükler gözlerimizden usulca beynimizin kılcal damarlarında kişileşiyor, yılların tortusuyla başkalaşıyor. Nefesler ve kitaplar birbirine ne çok benziyor!
gözlerinin kahverengi dalgasına
dokundu elim
bilinmeyen renklerin ülkesine
taşındım
yüzündeki ilk trenle
öyle utangaçtı
sabah
dizlerinin üstüne oturmuş ellerin
anlatıyordu
hayatın resmini
inciler biriktirdin
bir yerlerime
sevgilim
sesin dokunmasaydı
bir sürü güneş
yığılmazdı bu kapıya