Sefer Tasının Hikâyesi: Dabba/ The Lunchbox

 Dabbawala, Hindistan’ın yirmi milyon nüfuslu en kalabalık şehirlerinden Mumbai’de, her iş günü saat on birden sonra, iki yüz bin kadar yemeği, çalışan erkeklere ileten bir lojistik ağın hizmetlilerinin ismi. Babadan oğula geçen bu iş kolunda çalışan beş bin kişinin çoğu okuma yazma bilmese de, yaklaşık sekiz milyon sefer tasını sahiplerine  yüz yılı aşkın bir süredir başarıyla ulaştırıyorlar.  Öyle ki  altı milyonda bir hata yapıyorlar. İşte o hatanın hikâyesi, yönetmen Ritesh Batra’ya esin oluyor, Rutvik Oza ile harika bir senaryo yazıyorlar.

 2012 yılında çekilen bu senaryo Dabba/The Lunchbox; Sefer Tası, alışılmış Hint Filmlerinin çok dışında. Cannes Film Festivali’nde ve Asya Pasifik Film Festivalleri’nde ödüller almış.

 Film, başta hata gibi görünen bir rastlantı sayesinde oluşan ilişkinin, mezarların bile dikey olduğu kalabalık bir şehirde yalnızlaşan insanı nasıl dönüştürüp güçlendirebileceğinin gizli anahtarını sunuyor. Her gün lebalep trenlerle birbirine bakmadan,  yan yana masalarda iletişimsiz çalışanlarla dolu iş yerine gidip gelen, emekliliğine bir  ay kalmış muhasebeci Saajan Fernandes  (Irrfan Khan) bu taraflardan biri. Bay Fernandes, eşini kaybetmiş, yalnız yaşayan, sokağında top oynayan çocuklara, işe yeni alınan, yardım isteyen bir stajyere  pek tahammül göstermeyen; ama ıssız akşamlarında, neşe içinde yemek yiyen bir aileye balkonundan imrenerek göz atan, içine kapanmış bir adam. Öğle yemeklerini, ucuz ve hızlı üretimle kazanmaya niyetli bir üretim yerinden söylüyor. Böyle yerlerden özenli, sipariş edene kendini özel hissettirecek bir yemek çıkabilir mi? İşte bu dikey mezarları andıran sefer tasları, günlerden bir gün İla’nın kocası için özenle yaptığı yemekleri yanlışlıkla Fernandes’in önüne getiriveriyor.

 Yine sefer tasları gibi üst üste binmiş yaşamların temsili bir apartmanda küçük kızı ve kocasıyla yaşayan İla, yemekleri özenle yapıyor, çünkü onlarla kocasının ilgisini çekmeyi murat ediyor. Sabah erkenden işe giden kocası çok geç saatlerde eve dönüyor, döner dönmez telefonuna gömülüyor, kafasını kaldırıp onu görmüyor. İla’nın elindeki söz, iletişim aracı, yemekler. Güzel yemekler yapabilmek için, üst katta oturan, yatalak kocasına baktığından eve hapsolmuş teyzeden yardım alıyor. Teyze film boyunca hiç görünmüyor. Ama mutfaktan gelen kokular ile yemeğe konacak baharatın miktarını sezebiliyor. Belki ilahi bir aklı temsil ettiğinden, belki de filmin bize görünmeyenle ilgili bir tahayyül sunacağının habercisi olduğundan… Hayatımızda ve onun mizanseni filmlerde görseli alımlamaya alışkınızdır, ama bu film bize kokuları sunuyor. Açıkçası bunun için de en uygun coğrafyada olduğu söylenebilir. Hindistan demek koku demek…

 Koku duyusu, diğer duyulardan farklıdır. Hiçbir ara durağa uğramadan, daha anlaşılır söylemek gerekirse kontrole tabi olmadan direkt beyne ulaşır. Yani bilişi doğrudan etkiler, ağırlıklı olarak bilinç dışıdır. Koku hücreleri için, diğer sinir hücrelerinden farklı olarak bir ölür bin dirilir denir; kendini sürekli yenileyebilir. Böylece limbik sisteme, belleğe direkt ulaşabilen koku evrim tarihinin ilk ortaya çıkan duyularındandır.  Bebek  anneyi, önce kokusundan tanır.

 Tiksindiğimiz kokulardan kaçar uzaklaşırız. Aksi olduğunda, yani güzel bir koku aldığımızda güvende ve iyi hissettiğimiz için orada kalmayı seçeriz.

 İşte  Ila’nın kocasına yaptığı güzel  yemeği Dabawallahlar yanlışlıkla Saajan’a teslim edince, ikili arasında kalabalığın görsel ve işitsel karmaşasından azade,  personadan çok uzak, çok daha samimi bir iç dökmeyi beraberinde getiren, sefer tasları aracılığıyla bir mektuplaşma başlıyor. Saajan’ın yalnızca karnı değil ruhu da doymaya başlıyor. İla da filmde altı çizilen, bakım veren  Hint kadını kimliğini desteklercesine bu verişten tatmin oluyor.  Birbirlerini tanıyıp anlamaya, birbirleri için kaygılanmaya, birbirlerini güldürmeye, cesaretlendirmeye, dertleşmeye, birbirleri için kafa yormaya başlıyorlar. Ila için başta teyze ile paylaştığı bu mektuplaşmalar, zamanla daha gizli ve özel bir anlam kazanıyor. Saajan ise  mektupları hep gizlice okuyor.

 Film boyunca bir ilişkinin insanı nasıl dönüştürdüğüne şahit oluyoruz. Saajan’ın gözlerindeki parıltı dışardan görülüyor, top oynayan çocuklara kızmaktan vazgeçiyor, stajyeri ile yakınlaşıyor. Ila ise yatalak babasının ölümüyle annesinin itirafı sonrası kızının oynadığı oyunda gözleri bağlı bebeğin gözlerini kendi elleri ile çözmek istiyor. Mektuplarla başardıkları, içlerindeki özgürleşme, onlarda hayatları ile ilgili daha fazlasını isteyebilme cesaretini doğuruyor,  dışarıda da özgürleşiyorlar.

 Ila’nın eşinin kendisini aldattığını çamaşırlarındaki kokudan anlıyor. Stajyer’in hatasını gören patron, dosyaların üzerinde onun çok sevdiği karısı için trende doğradığı sebzelerin kokusunu aldığından  da yakınıyor… Saajan, Ila ile buluşmak için yola çıktığında banyoda dedesinin yaşlılığının kokusunu alınca aralarındaki yaş farkını idrak edip Ila’yı uzaktan izlemekle yetiniyor. Kişniş, zencefil, zerdeçal, kimyon, köri, sarmısak, rezene kokuları, trenlerle altı çizilen hayatın içinden sıyrılıp odamıza doluyor…

 Yönetmen, izleyicinin filmi kendi kafasında bitirmesini istiyor. Ama aslını sorarsanız karakterlerin nasıl değiştiğine tanıklık ettiğimiz bu film, başlı başına samimi bir dille kurulan ilişkinin, insanı dönüştürmeye nasıl muktedir olduğunu göstermeyi başarıyor.

Yorum bırakın