Sabah uyanmak bile çile gibi gelir mi insana? On beş dakika bu tarafa yatayım bir on beş dakikada diğer tarafa… Bakın böyle böle uyuyarak harcayabilirim bütün hayatımı. İşin tuhafı ne kadar uyursam o kadar yorgunum. Bitmek tükenmek bilmeyen bir uyuşukluk hâlindeyim sanki. Yıllar önce, toplayıp kalemi kâğıdı, düşmüştüm İstanbul yollarına. Onca roman, şarkı ve şiirlerle kendisine aşık eden İstanbul bile toparlayamıyor artık beni. Aksine gün geçtikçe uzaklaşıyorum ondan. Her güne ayrı bir kaos her güne ayrı bir kargaşa… Kafamın içinde her daim alt tondan çalan bir korna melodisi… Nereye bakarsam bakayım manzaramdan eksik olmayan insanlar, çarpık binalar, mülteciler… Ve sürekli çığlık çığlığa olan martılar. Tüm bunların düşüncesi bile yetmezmiş gibi o sıcak yatağımdan kalkıp devam zorunluluğu olan tarih dersi yüzünden İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki bir geziye katılmak zorunda kaldım bugün. Ben henüz, az önce içinden çıktığım, kaldırımda bile yürümeyi beceremeyen kalabalıkların yükünü üzerimden atamamışken bütün sınıfın ağzı açık bir şaşkınlıkla müzede sergilenenlere bakmalarını anlayamıyorum. Sonuçta burası bir Arkeoloji Müzesi, etrafınızda 5. yy’dan kalma lahit, lahitin içinde elbette ki lanetlenmiş bir sandık ve sandığın içinde de lanetli olmasına karşın açılıp sergilenen bir Mumya olması gayet tabii bence. Mumyanın söylediğine göre, “Her kim bu sandığı açar ve beni rahatsız eder ise onun başına türlü felaketler bulaşsın, ne bu dünyada ne de öteki dünyada huzur bulamasın.” E ama sen böyle söylersen o sandığı açarlar. Seni de o çok korunaklı lahdini de, ellerinde telefonlarıyla her şeyi dünyaya dilli düdük etmeye hazır bu güruha malzeme yaparlar. Lahdin üzerindeki kabartmalarLa değil de, o kabartmalar önünde çekindiği fotoğrafta nasıl çıktığıyla ilgilenen insanların, içinde barındırdıklarıyla birlikte bu koca müzenin de devasa bir lahit olabileceği hiç akıllarına gelmiş midir, bilmiyorum.
Bu boş hayranlık silsilesinden kurtulabilmek için kendimi müzenin diğer tarafına attım. Roma İmparatorluğu’ndan Bizans’a diyordu tabelada. Kabul etmeliyim ki müzenin bu bölümü belki de görüp görebileceğim en güzel mermer resitalini vermişti bana. İlk girişte sizi sıradan sayılabilecek erkek ve kadın heykelleri karşılıyordu. Daha sonrasında heykellerin azameti artıyor, Kleopatra’dan Sezar’a, Sezar’dan Marcus Aurelius’a ve Büyük Kosntantin e kadar gidiyordu. İç kısım ise büstlerin olduğu alana ayrılmıştı, hatta bazıları sadece kafadan ibaretti diyebilirim. Lakin önemli kafalardı bunlar önemli düşünürler, senato üyeleri tarihin akışına yön veren liderler. Bir düşünce odasını tasvir ediyordu burası sadece aklı kullananların anlayabileceği. En sonunda da tüm ihtişamıyla bir araya toplanmış Olimpos sakinlerinin heykelleri vardı, yani Tanrılar odası. Tüm bu şaşalı beyazlığın altında giriş kısmında köşede daha önce fark etmediğim bir heykele takıldı gözlerim. Diğerleri, sıradan saydığımız heykeller bile parıldarken müzenin ışıkları altında, bu heykel gölgelere bürünüyordu sanki. Hani heykellerin hepimizin bildiği bir ifadesi vardır ya yüzlerinde, donuktur. Biliriz ki bu ifade heykelliğe aittir. Ancak bu heykelin yüzünde insana ait bir ifade vardı, o da endişe. Heykelin önündeki bilgi kitapçığında adından başka hiçbir şey yazmıyordu: 8. İoannis Paleologos. Müzenin içinde ilk defa telefonumu elime aldım ve bu kişiyi araştırmaya başladım.
Bir Bizans İmparatoruydu. Dokuz yıl babasıyla, yirmi üç yıl da kendi başına Bizans İmparatorluğu’na liderlik etmişti. Aslına bakarsanız hakkında bilgi edindikçe bu adamın yüzündeki endişenin nedenini anlayabiliyordum. 8. İoannis, 1416’da başa geldiğinde nasıl bir çaresizliğe düşmüştür, az çok tahmin edebiliriz. Liderlik ettiği 1448 yılına kadar asırlar boyu süregelen Roma İmparatorluğu yıkıntılarını omuzlarında taşıyan bir adamın endişesiydi heykelde gördüğüm. Yine de yılmamış, bütün bu süre boyunca zekasını sonuna kadar zorlamıştı. Avrupa’ya gidip Katolik ve Hristiyanları bir araya getirerek papalıktan destek almaya çalışmış, ancak toplanan Haçlı Ordusu’nun, dönemin Osmanlı padişahı 2. Murat’a karşı uğradığı yenilgi sonucu bu atılımı başarısız olmuştu. İtalya ve macaristan’dan müttefik bulmaya çalışmıştı fakat yine başarısız olarak geri dönmek zorunda kalmıştı. Yunanistan Mora ‘daki müttefikleriyle bağlantı kurmaya çalışmış ancak yine 2. Murat’ın Selanik’i ele geçirmesiyle bu girişimi de sekteye uğramıştı ve bir gün 2. Murat Heksamilyon kalesinin surlarını yıkınca 8. İoannis, çaresiz olduğunu anlamıştı ve bundan sadece on bir gün sonra da ölmüştü. Geride hiçbir varis bırakmadan ölmüştü. Ne kadar çaresiz olurlarsa olsunlar, Bizans toplumu hiçbir zaman sonunun geldiğini kabul etmek istememiştir. Böyle bir toplumda bir liderin çocuk sahibi olamadan ölmesi bana ilginç gelmişti doğrusu. Araştırmalarıma göre 8. İoannis, üç evlilik yapmıştı ve iki karısını veba salgınında kaybetmişti. Sırf diplomatik nedenler yüzünden evlendiği diğer karısı ise kendini bir rahibe olarak kiliseye kapanmış ve bir daha oradan hiç çıkmamıştı. Bir rivayete göre, bu diğer karısı o kadar çirkinmiş ki 8. İoannis çirkin olduğu için ona hiç yaklaşmamış hatta onu görmek bile istememiş. Karısı da Bizans’a kazandırdığı bütün zenginliği ardında bırakıp geldiği yere İtalya’ya geri dönmüş ve kilisenin sunağında kendini asarak intihar etmişti.
Bu rivayetleri kim uyduruyor acaba? İnternetteki bu bilgilerin giderek saçmalaştığını düşündüğümden telefonumu cebime koydum. Ancak heykele bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Bir anda içimden heykele dokunmak isteği geldi ve çok kuvvetliydi bu istek. Tam elimi uzattım heykele dokunacaktım ki ne ara burnumun dibine kadar geldiğini fark etmediğim güvenlik görevlisinin uyarısı ile irkildim. “Heykellere dokunmak yasak! Sakın dokunmayın.” dedi ve bir süre daha beni izleyip uzaklaştı. Ama emir kipleri caziptir merak uyandırır, yapma denilen şey inadına yapılır. Bir süre dokunup kaldım bu grileşmekte olan heykele, garip bir duyguydu ne yalan söyleyeyim soğuktu sanki biraz, yani üşümüş gibi hissetmiştim. Sonrasında da biraz midem bulandı zaten ne olduğunu anlamadım, ben biraz hastayım galiba, dedim bizim okulun öğretim görevlisine ve müzeden dışarı çıktım. Ancak merdivenlerin birbirine karıştığını hatırlıyorum, sonrası ağır bir bulanıklık ve karanlık.
O gün İstanbul Arkeoloji Müzesi önünde, Atıf isimli bir gencin baygınlık geçirmesi sonucu hastaneye kaldırıldığını anlatıyordu haber kanalları. Söylenilenlere göre baygınlık geçiren genç daha sonra bir çeşit komaya girmişti ve birbiri ardına nükseden bu tıbbi olayların nedeni henüz saptanamamıştı. Haberler bu gençten söz ederken ekranların alt yazısında da müzede kaybolan bir heykelden bahsediliyordu. Henüz basına bildirilmemiş olsa da o gün esrarengiz bir şekilde müze içindeki hiçbir kamera, hiçbir güvenlik önlemi çalışır durumda değildi. Müze yönetimi işe el koymuştu bir yandan bu esrarengiz sorunla ilgilenirken bir yandansa kaybolan heykeli arıyordu. Garipliklerin ardı arkası kesilmiyordu, bu sefer de hastaneden gelen yeni habere göre Atıf’ın vücudu evrimleşmiş bir sarılık kompleksi gösteriyordu, hatta beyazlaşıyordu. Deyim yerindeyse taşlaşıyordu. Atıf taşlaşıyor, pelerinin arkasına saklanmış olan adam canlanıyordu. Müzenin önündeki kargaşayı kendine fırsat bilen adam kimseye çaktırmadan sıyrılmıştı kalabalığın arasından. Ne yapacağını bilemez hâlde sığınacak bir yer aradı endişeli gözleri ve onu buldu, Ayasofya’yı. Birer ikişer hızlandı adımları, bir hapishaneden kurtulmuş gibiydi sanki ve koşar adımlarla evine doğru gidiyordu.
O on bir günün sonunda ölümün onu bu dünyadan aldığını unutmuştu çoktan, bir an önce sarılmak istiyordu kardeşine dostlarına. Evinin kapısına dikmişti gözlerini, etrafındaki kalabalığı görmüyordu. Koşar adımlarının arasında bir an Ayasofya’dan yükselen ezan sesini işitti İoannis. Kendi vatanının tam kalbinden yükselen Müslüman sesini işitti. Darmadağın olmuştu düşünceleri, vücudunda ne kadar kan varsa hepsi beynine hücum ediyordu şimdi. Sonra etrafını fark etmeye başladı İoannis. Etrafındaki insanları fark etmeye başladı, ya da artık onun gözünde onlar her neyse. Hiç duymadığı lisanlarla doluyordu kulakları, hiç görmediği yüzler görüyordu gözleri… Korkmaya başlıyordu yavaş yavaş farklı olduğunu hissediyordu ve hısmının uzaklarda olduğunu. İstemsizce yürüttü onu ayakları, Ayasofya’nın tam karşısındaki devasa sarayın kapısındaydı şimdi. Osmanlıca okumayı bilirdi İooannis, kapının girişinde şöyle yazıyordu: “Bu Kale Sultan Murat Han oğlu Konstantiniyye fatihi Sultan Mehmet Han tarafından inşa edilmiştir.” O gün haber kanalları müzede yaşanan iki garip olaydan sonra, yaşanacak bir dizi tuhaf olayı da anlatacaktı. Topkapı Sarayı önünde yürek parçalayan çığrışları içinde histeri krizi geçiren bir adamın çevredeki vatandaşların müdahalesine rağmen bir türlü durdurulamadığını ve Sarayburnu’ndan boğaza atlayıp intihar ettiğini anlatacaktı. Adamın cesedi hiçbir zaman bulunamayacak, ancak ertesi gün çevredeki balıkçıların ağlarına evvelki gün müzede kaybolan heykel takılacaktı ve yoğun bakımda tedavi gören Atıf bir günde iyileşecekti.
Söylediklerine göre bayılmışım ve iki gündür yoğun bakımdaymışım. Ama siz bir de bana sorun gerçekleri. Size anlatırsam bana inanırsınız belki. Evet ben o gün bayıldım, ama o heykelle beraber yeniden açtım gözlerimi. Sadece farklı bir bedendeydim o kadar. O ne gördüyse gördüm, yaşadım, hissettim. Sarayın önündeki Canhıraş bağırmalarını da hatırlıyorum boğazın serin sularına kendini bıraktığını da. En kötüsü de kaybettiklerini ve yalnız kaldığını anladığı andı biliyor musunuz? O taşlaşmış kalbi nasıl cayır cayır yandı hatırlıyorum. Her ne olursa olsun o bu hayata gözlerini yumduğunda Konstantiniye henüz fethedilmemişti. Evet Bizans, sonunun çok yakın olduğunu biliyordu, lakin ölümü beklemekle ölümü yaşamak aynı şey değildir. İoannis o gün o ölümü yaşamak için doğmuştu. Kendisine Musallat olan 2. Murat’ın oğlu Mehmet, o çok sevdiği Konstantiniye’yi yani bir diğer adıyla Kızıl Elma’yı ele geçirmişti. Ve sahip olunacak savaşılacak bir değer yoksa yaşamanın da anlamı yoktu. Bu yüzden her şeyi arkasında bırakarak yeniden ölmeyi seçti İoannis. Tıpkı bir zamanlar yüzüne bile bakmaya tahammül edemediği eski karısı gibi. İsterseniz düzmece bir hikâye diyebilirsiniz bu anlattıklarıma, isterseniz de eski eşi tarafından müze diye adlandırılan devasa bir lahdin içine hapsedilmiş ve hatta lanetlenmiş olan bir ruhun hikâyesi…
Ancak söylemek istediğim şey şu ki ben bugün hem mermerden bir çift gözle hem de kendi gözümle yeniden bakıyorum İstanbul’a ve ilk kez bizlere bir şeyler anlatabilmek için çığlıklara ihtiyaç duyan martıları anlıyorum. Ona ne kadar kötü davransak da herhangi bir manzarasından bize gülümsemeyi başaran İstanbul’u fark ediyorum. Bizans’ın kalbini, İoannis’in vatanını ve güneşin altında parıldayan Fatih’in Kızıl Elma’sını fark ediyorum. Ve yeniden, şairin de dediği gibi “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.”