Manolya

 Öğle sonralarının sakin sıkıcılığında, boş bir lokantanın cam kenarındaki masasında dışarıyı izliyordu kadın. İçeri giren bir adamın uzun süren sessizliği bozmasıyla başını ona doğru çevirdi. “Şu masa çok iyiymiş anne.” diyerek tam kadının karşısındaki sandalyeyi gösterdi adam. Sokakta coşkuyla açmış manolya ağacını izlemek için seçtiği masayla arasına yaşlı bir kadınla bir adam girmişti.

 Annesini tekerlekli sandalyesinden koltuğa alırken kadının da duyacağı bir şekilde of çekti adam, kendisi de altmışını geçmişti artık ve belli ki zor geliyordu annesine bile omuz vermek…

 “Of”un yerini bir “oh” aldı cam kenarındaki sandalyesine yığılır gibi kendini bırakırken;

 “Bak ne güzel oldu anne!” dedi, “ferah ferah…” Ve bir daha çıkıverdi ağzından: “Oh!”

 Bütün bu “of”lar ve “oh”lara kayıtsız kaldı yaşlı kadın.

 Uzunca bir süre menülere baktılar. Sonunda karar verip geriye yaslandı adam. Hızlıca gelen siparişlere sevindi; “Sağolasın gülüm.” dedi acemi makyajı yorgunluğunu gizleyemeyen garsona. Annesine döndü iştahla yemeğini yemeye başlarken;

 “İyi ki buraya geldik, öbür tarafta ayak üstü atıştıracaktık, burası ne güzel. Oh!”

 Geldiğinden beri konuşmayan annesi, ince, yaşlı bir sesle;

 “Haklısın, güzelmiş.” dedi.

 Kadın, oturduğu masadan kaçamak bakışlar attığı bu tuhaf ana oğulun hayatını merak etmekten kendisini alamıyordu. Yaşlı kadının hemen arkasında kalan, rüzgârda salınan pembe manolyalar bu tuhaf ikilinin haline eski bir Yeşilçam filmi havası veriyordu.

 Dik yakalı sarı bir gömlek giymiş, kır saçları arkada bağlı, tek kulağında küpe olan adam acaba nereliydi? Bazen bu oyunu oynardı kadın. Hayatın çok yormadığı insanlara özgü bir duruluk, netlik vardı sesinde adamın. İstanbullu belki, belki de Ankara… Garsona seslenirken, annesiyle konuşurken hep aynı duru ses…

 İnsanın annesiyle konuşacakları biter mi? Karşılarında sessizce yemek yiyen bu ana oğula bakınca düşündü kadın. Bu durumu kendi yaşamında test edemeyecekti… Onların sohbetleri bitmeden anacığı göçüp gitmişti bu dünyadan… Soluksuz ettikleri sohbetler, “yatın artık, çocuk okula gidecek yarın!” sesiyle babası tarafından bölünürdü hep. Bitmez, bitmez, biter mi hiç! 

 Önündeki yemek tabağını ileri doğru iterken iyice doymuş olduğu belli;

 “Akşama balığı yapmayız artık.” dedi adam sakince yemeğini yiyen annesine;

 “Balık da kalır yarına. Kalsın ne olacak ki zaten!” diye ekledi kendi kendine konuşur gibi… 

 Sigara içmek istedi sonra. “Kapalı alanda yasak!” denilince durdu;

 “Aman iyi olmuş, iyi ki yasak, kurtuluruz belki toptan!”

 “Haklısın ağabey.” dedi garson; “İçme zaten, zararlı sağlığa!”

 Her durumun olumlu bir tarafını bulup kendini kandırmaya yemin etmiş gibi annesine döndü;

 “İyi oldu iyi, balık da yarına artık!”

 Garsonun “bizden” diyerek ikram ettiği çayı alırken;

 “Oh, şifadır bu şifa!” dedi… Çay icin şifa dendiğini ilk kez duyuyordu kadın.

 Bir yudum alıp çayından mekanı alıcı gözlerle süzdü;

 “Burasının kirası da çoktur, geniş mekân.” dedi. Annesinin bu sözlere karşılık olarak da hafifçe başını salladığını fark etti kadın.

 “Adamın ismi ne acaba?” diye geçirdi içinden… 

 “Bu ülkeye gelirken,” dedi adam, “23 kilo valiz taşıma hakkım var ama Amerika’ya giderken 30 kilo!”

 Yine bir sessizlik oldu, sessizliği bu kez annesi bozdu adamın;

 “Benim de 3 tane ilacım var, valize koymayı unutmayalım.”

 “Tabi tabi anne.” dedi annesinin ses vermesine sevinerek; “koyarız.”

 “Tansiyon hapları beni çok yoruyor, göremiyorum iyi.” dedi annesi…

 Herkesin kendi aklındakini anlattığı, tuhaf bir sohbet dönüyordu oturduklarından beri. 

 “Çayı beğenmedim.” dedi uzun bir sessizlikten sonra annesi.

 “İkinciyi içme anne.” dedi adam.

 Oturdukları mekânın tam önünden geçen cekik gözlü adam yeni bir konuyu başlatmıştı bile: “Çinliler” dedi adam, “hep kısa boylu, hiç uzun boylusunu görmedim.” Annesi güldü hem de kahkahayla… Adam sevindi.

 “Figen aradı.” dedi adam; “sıkılmış biraz.” “Aman ne yapayım sıkıldıysa! İnsanlara fazla değer vermeye gelmez anne! Yemek yapmayı bilmez, çocuklara da hiç iyi bakamadı zaten!”

 Kadın, adamın eski eşinden bahsettiğini anladı. “Figen” dedi annesi; “Bir kere bana sormuştu; neden beni hiç sevemediniz diye!’

 Sevgisizliği sesine sinmişti annesinin. O yorgun, sakin kadın bir anda cana gelmişti sanki. “Neymiş?” dedi; “saçını süpürge etmiş çocuklar için…”

 Hah işte ortak bir konu bulmuşlardı coşkuyla konuşacak! Bir kişiden bahsetmek, hele ki ikisinin de uzun zamandır sevmediği biriyle ilgili konuşmak ana oğulu heyecanlandırmıştı! 

 “Konuşmasını bile bilmiyor.” dedi adam bir zamanlar sevdiği kadını anlatırken hiç düşünmeden. “Ne oldum delisi oldu.”

 Hiç susmadan sıralıyorlardı.

 Ah Figen! Nasıl da bir sohbeti şenlendirdin bir bilsen! Kıymet bilmezin de biriymişsin… Çocuklara sağlıklı yemekler de pişirmemişsin… Misafir de sevmezmişsin be canım!

 Figen’i akla gelecek her türlü olmayışlarla yaftalarlarken, an be an sesi gençleşen annesini adamın sesi böldü, garsona, “Kızım gel buraya!” dedi, “Çay getir bize.”

 “Gözüm”ler, “canım”lar gitmiş, emretmeye başlamıştı adam. Belli ki eski eşe verip veriştirirken yoluna çıkan her kadına farkında olmadan belenmiş, içeri ilk girdiğindeki nezaketinden eser kalmamıştı! 

 “Geçen sene böyle değildim’ dedi annesi ansızın; “bu sene hastayım biraz!” Biraz durup ekledi: “Ecel gelince gidicen ama napıcan ki!”

 Kadın, adamın annesinin sesindeki korkuyu sezdi, vakti daralanın sesi bu! “Ecel deyince…” dedi adam, aniden bir şiir okumaya başladı dayısının yazdığı; “Amma da kötü şiir be!” Kahkahayla güldüler ikisi de bu söze!  

 90’ların pop şarkıları çalmaya başladı, hem de  en kötülerinden bir seçki! Olacak iş mi tam Figen’i düşünürken! Hem de kadın “Şu kahpe dünya seni bana düşman eder mi” dizelerini söylerken içinden…

 “Annem bizi hiç övmezdi Faruk.” dedi yaşlı kadın. Hah ismini öğrendik adamın. Öğrendik de doksanına yanaşmış bir insanın sanki dünmüşçesine annesinden şikayet etmesi bir an kulağını tırmaladı kadının. Demek yaş kaç olursa olsun hesaplaşması da sevgisi de bitmeyecekti insanın annesiyle, kim bilir! 

 “O kuşak öyleydi be anne!” dedi Faruk, yıllar önce bu dünyadan göçüp gitmiş ananesini anarken! “Öyle öyle.” dedi çılız bir sesle kadın. Camdan dışarıda akıp giden trafiğe hüzünle baktı. 

 “Saat kaç?” diye sordu. Sanki ömrünün son günlerini hesaplayacak gibiydi. Hafifçe doğruldu oturduğu yerden; ‘Gidelim artık!”

 Yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle kalktı adam, tekerlekli sandalyeye oturmasına yardım etti annesinin. Çizgilerle dolu bu yüzden gözünü alamadı kadın; “İnsan ancak bu kadar yaşlanabilir!” diye geçirdi içinden! 

 Adam bütün garsonlara yüksek sesle veda ederken kadınla göz göze geldi, olmamış bir şeyler vardı bu gözlerde. Duru sese inat mutsuz, bıkkın gözler, bir iki saniye kitlendiler birbirlerinin gözlerinde. “Size de iyi günler matmazel” dedi adam fütursuzca. Kadın yanlış bir şeyler yapıyormuş da aniden yakalanmış gibi utandı bu veda sözlerinden. Kızardı hemen. “Sağ olun, size de!” diye cevap verdi, ne yapacağını bilemeden garsona seslendi aniden; “Hesap lütfen!”

 Faruk’la annesi kapıdan çıkıp manolya ağacının altında durdu, Faruk yaşlı annesinin dizlerine battaniye örterken o sapsarı gömleğinin yaka cebinden yere düşen bir kartı fark etti kadın. Görmezlikten geldi. Faruk usulca tekerlekli sandalyeyi sürüp uzaklaşırken, kadın uçup gitmeye hazır, üzerine çiçekler çizilmiş kartpostalı koşup yerden aldı; itinayla yazılmış harfler hızlıca gözünün önünde akıp gitti. Figen için karalanmış ama yollanmamış sevgi sözcükleriyle dolu mektubu hızlıca okurken, ağaçtan düşen manolya çiçeğini omzundan alıp kokladı… Konuşa konuşa uzaklaşan kır saçlı adamla sessiz annesine gülümseyerek baktı…

Yorum bırakın