Nana, üç-dört yaşlarında bir kız çocuğunun, insanın içini ısıtan ama bir o kadar da hüzünlendiren kısa bir zaman aralığının hikâyesi.
Yönetmen Valérie Massadian’ın 2011 yapımlı bu filmi, Locarno Film Festivali’nde, hakkıyla İlk Film Ödülü’nü almış. Bu ve bunu izleyen çalışmalarında kadın doğasına ve kadının doğa ile ilişkisine odaklanmış. Kendine has kurgusu, masal ve şiirle harmanladığı anlatımından besleniyor.
Bir söyleşisinde “Zanaatımı yaparak, öğrenerek ve başkalarıyla, özellikle sanatçılarla, fotoğrafçılarla ve film yapımcılarıyla etkileşimler yoluyla kendime öğrettim. …. Her zaman ‘hakkında’ yerine ‘ile’ yapmayı umuyorum. Yönetmenlik yapmak yerine tam anlamıyla oynamayı tercih ediyorum: filmi birlikte oynamak. Kahramanların filme kırılganlıklarını, güçlerini ve alçakgönüllülüklerini sergileyebilecek alan ve zamana sahip olacakları sistematik alanlar yaratmaya çalışıyorum. Onların kendi vücutlarının ritmi ve sözleriyle bunu yapıyorum. Bu amaçla filmlerim bedenlere, zamana, mekanlara, jestlere ve nefeslerle aynı dikkatle odaklanıyor; yaşayan dünyanın, onun sunduklarının her filmin konusuyla konuşacağına inanıyorum.” diyor. Nana filminde yapmak istediklerini başardığına şahit oluyoruz.
Filmde yönetmenin oyuncu ile araya koyduğu kamera mesafesi başlangıçta belgeselleri anımsatsa da, ilerleyen dakikalarda bu mesafenin söz konusu başrol oyuncusu bir çocuk olduğunda ne kadar işe yaradığına tanıklık ediyoruz. Geniş bir açıyla gördüğümüz evrenin içindeki oyuncuya odaklanmayı ise onun nefes seslerini dinleyerek yapıyoruz. Bu anlatıma o kadar farklı bir derinlik katıyor ki, bir yetişkinin dakikalık solunumunun neredeyse iki katı o çocuk nefes alış verişleri ile Nana’nın dünyasına adım adım yaklaşıyoruz.
Onun dünyasında büyüsel, animistik, somut düşünce hâlâ hüküm sürüyor. Ölü ve yaşayan ayrımlarını bizim anladığımız anlamda yapamıyor. Çiftlikte bir domuzun öldürülmesi sahnesine seyirci olduğunda kan ve boyayı karıştırıyor, büyüklerin ete duyduğu iştah onda yok ama küçük domuz yavrularını izlediğinde onlara, “küçük kızarmış etler” diye hitap ediyor.
Dedesi ile ilişkisinde bir yandan güven duygusuna, doğa ile iç içe yaşayışı savunuşuna şahit oluyoruz Nana’nın. “Karahindiba ve çiçekleri ezmeyelim.” diyor, ama birlikte tavşan tuzakları da kuruyorlar.
Annenin dede ile ilişkisinin dolaylı bir ilişki olduğunu seziyoruz; anne çitleri onarması için ona bir not yazıp bırakıyor, onları karşılıklı görmüyoruz. Filmin pek çok yerinde direkt açıklamalı diyaloglar yerine belki de yaşamın içindeki çıkarımları bir çocuğun gözünden yapmamızı sağlamak adına anlaşılmazlıklar ve belirsizlikler hüküm sürüyor. Anne aniden ortaya çıkıyor, Nana ile aniden sanki uzun zamandır gitmedikleri bir eve gidiyor, işleri üstünkörü yapıyor; sanki mutsuz, sanki sinirli, sanki huzursuz ve sanki Nana ile ilgilenmeye dahi gücü yok… Tüm bu belirsizlik yumağında Nana, kâh annesinin bahçede ona açtığı rengarenk örtülü divanda kâh oyuncaklarla dolu taş odada oynuyor, kendi kendine konuşuyor, şahit olduğu konuşmalara “muhtemel baba ile annenin tartışmaları” ait alıntı cümleleri bir sirke gitme dileğinin yanına serpiştiriveriyor.
Ancak yine de anne ve kızın başardıkları çok önemli bir şey var. Düzenli olarak ormandan odun topluyor, şöminelerini yanık tutuyorlar. Bazen anne yalnız, bazen Nana ile birlikte doğaya dönerek ondan alabildikleri ile yaşamlarını sıcak tutmaya, hayat ateşlerini söndürmemeye çalışıyorlar.
Birlikte okudukları hikâye ise büyük kırmızı kaplı bir kitaptan. Bulgakov’un Köpek Kalbi öyküsüne gönderme olabileceğini düşündüğüm “Kötü İnsan” figürü Kutsal Ruh ellerini üç kere çırptığında ortaya çıkıveriyor: Nana da ellerini çırpıyor; o hikâye belli ki onların hikâyesi…
Anne kızın birbirlerine ağızlarıyla su fışkırtarak gülüp eğlendikleri sahneyse anne kız ilişkisine hareket kazandıran belki de tek sahne; belki Nana da biz gibi hep o anı bekledi…
Sonra bir gün aniden anne ortadan kayboluyor. Nana belirsizliklere alışmış bir çocuk. Tuzağa kapılmış ölü tavşanla canlılık ve ölüm fikrini, domuzla ilgili izlenimlerinin ışığında bu kez kendi deneyimliyor. Kuş sesleri eşliğinde rutinlerini sürdürüyor, annesinden öğrendiklerini yapıyor, rüyasında annesini görüyor; ateşi canlı tutuyor…
Dedesi onu almaya gelmeden ise annesini onunla ilgili anılarını, birlikte eğlendikleri o güzel anın mekânında kırmızı kitap ile birlikte bırakıyor. Yaşamının bu kesitine vedası o kadar şiirsel aktarılmış ki…
Sonrasında neler yaşayacağı ile ilgili ise filmin son diyaloğu bize fikir veriyor. Nana kendini oyunlarına kaptırmış gibi görünse de gözlemeye, sessizce kayda geçirmeye, anlamaya devam edecek. Diğerlerinin duygularını anlamaya çalışacak, çağımızın insanı gibi kendi eksenine sıkışıp kalmayacak…