Sanat, antik çağlardan günümüze insanlığın kendini ifade etmesinde kendine yadsınamaz bir yer edindi. Mağara duvarlarından dijitale uzanan resim, ilkel enstrümanlarla başlayıp modern stüdyolara taşınan müzik, papirüsten bilgisayar dosyasına dönüşen edebiyat… Araç hep değişse de amaç hep aynıydı: anlatmak. Bazı şeyler vardı ki konuşarak anlatmak yetmedi. İnsan, başkalarından çok kendine anlatmak istedi bunları. Sonra eline ne geçtiyse aldı ve yazdı, çizdi, çaldı. Bu, içsel bir deneyimdi ve herkes bunu farklı deneyimledi. Biri için dört vuruşluk Fa, çaresizlikti; diğeri, bebek mavisinin sevincini hissetti. Öbürü itiraz etti, hüzünlenmişti o. Zaten güzelliği de buradan geliyordu ya, doğrusu yanlışı yoktu. Gülenle güldü, ağlayanla ağladı. Bundandır ki insandan etkilendi ve insanı etkiledi. Ben de bu yazımda sanatçının sanata yansıması üzerinde durmak istiyorum.
Bana göre kesinlikle bahsedilmesi gereken isimlerden biri: Norveçli ressam Edvard Munch. Løten’de orta sınıf bir ailede doğan Munch, sağlık sorunları nedeniyle okula gidemediği yıllarda resme yöneldi. Annesini çok küçük yaşta kaybettiği gibi, 14 yaşındayken en sevdiği kız kardeşini tüberkülozdan yitirdi. Bu olay, The Sick Child isimli tablosuna ilham oldu.
The Sick Child
(1885-1886)
Munch, aynı zamanda bu hastalıkların ailesi üzerinde ilahi bir ceza olduğuna inanan aşırı dindar babasından çokça etkilendi. “Ondan deliliğin tohumlarını miras aldım. Korku, keder ve ölüm melekleri doğduğum günden beri yanı başımda durdular.
Munch’ın en ünlü eserlerinden biri olan The Scream, içsel çatışmalarını ve modern insanın kaygısını en iyi şekilde anlatır. Gökyüzüne turuncu ve kırmızı renklerin hâkim olduğu tabloda, başını iki elinin arasına almış bir figür sessiz bir çığlık a tıyormuşçasına durmaktadır. Figürün cinsiyetinin belli olmaması, duyguların cinsiyetinin olmadığını vurgular. Çünkü hissetmek, insan olmaktır.
The Scream (1893)
Figürün yaşadığı dehşete karşılık tablodaki geri kalan her şey gayet sakin durmaktadır. Aynı bizim içimizde fırtınalar kopuyor olsa da dışarıda hayatın devam ettiği gibi. Çığlığın ve dinginliğin karşıtlığı, dalgalı resmedilmiş arka planla birlikte ruhsal bir girdap oluşturur. Bu ruhsal dalgalanmalar bireyi öyle bir noktaya getirir ki, daha fazlasını kaldıracak gücü kendinde bulamaz ve çığlık atar.
Munch, günlüğüne bu tabloyla alakalı şunları yazmıştır: “Bir akşam yolda yürüyordum, şehir bir taraftaydı, fiyort da aşağıda. Yorgun ve hasta hissettim. Durdum ve fiyordun üzerinden baktım. Güneş batıyordu ve bulutlar kan kırmızısına dönüyordu. Doğadan bir çığlık geçtiğini hissettim; çığlığı duymuşum gibi geldi. Bu resmi yaptım, bulutları gerçek kan olarak boyadım. Renk çığlık attı. Bu, ‘Çığlık’ oldu.”
Anksiyete ve depresyonla mücadele eden Munch, bazı kaynaklara göre borderline kişilik bozukluğuna da sahipti. Anksiyete bozukluğu aşırı alkol tüketimi ile birleşince 1908 Sonbaharında tedavi görmek üzere hastaneye yattı.
“Durumum çılgınlık sınırındaydı. Çıldırmama ramak kalmıştı.”
Hastaneden taburcu olduktan sonra Munch’ın eserleri daha renkli ve daha az karamsar hâle gelmeye başladı. Sık sık beyaz ağırlıklı, geniş ve dağınık fırça darbeleriyle canlı renkler kullandı. Nadiren kullandığı siyah ile ara sıra eski depresif tarzına atıflarda da bulundu.
The Sun (1910-1911)
Özetle Edvard Munch, eserlerinde duygularını ve yaşamını işlemekten çekinmeyen bir sanatçı. Dolayısıyla sanatında stabil bir tema göremiyoruz, zaten insan olmak da bu değil midir? Sürekli üzgün ya da sürekli mutlu olmak mümkün müdür? Çok kötü bir günün sonunda içtiği sıcak bir fincan çay bile huzur verebilir insana. Hayat artı ya da eksi değil, bunların içinde olduğu upuzun bir yol. Aslında önemli olan, en umutsuz anda bile ışığı görebilmek; çünkü biz gözlerimizi ne kadar kapatsak da o, etrafı aydınlatmaya devam edecek.