Ölmek bana çok zor. Tüm sevdiklerimi, sevmediklerimi, ailemi, arkadaşlarımı, iki günde bir uğradığım ve her defasında bana en yumuşak ekmeği ayıran fırıncıyı, her sabah dışarıdan gelen sesinin evi sıcacık doldurduğu sütçüyü, ve merhaba-merhabalaşmaların insanın hayatına tatlı bir tını kattığı tüm tanıdıklarımı kaybettim. Aileni kaybetmek, esnaflarını kaybetmekle bir mi diyeceksiniz şimdi. Eh bir noktadan sonra öyle… Benim kimim kimsem kalmadı çünkü bu dünyada. Beni tanıyan bir Allah’ın kulu yok. Acaba bugün de çağırır mıyım diye merakla balkonuma bakan bir tek sütçü bile yok. Şu geçip giden insanların benim varlığıma şahit olup olmadıklarını merak ediyorum bazen. Tanrı gibi bu insanlar da habersiz akıbetimden. Gerçi 1’inden 1’ine yatan emekli maaşım, dünyayla aramda bir merhaba-merhaba köprüsü kuruyor denebilir. Ama geri kalan 29 günde Tanrı’nın insafına bırakılıyorum. Hayret şey doğrusu. Tanrı beni nasıl oldu da unuttu? Kimseye öyle büyük bir kötülüğüm de dokunmadı ki. Bir keresinde, Sabri Bey’le sahilde kuşlara simit atalım da eğleşelim dediydik de sokak lambasının altında üstü başı pis, yüzü hani neredeyse kömür kazanına düşmüş gibi kapkara bir çocuk görmüş, fark etmeden suratımı buruşturmuştum. Çocuğun utandığını görünce de ne ayıp ettiğimi anlayıp “Bir simit de şu garibana alalım Sabri Bey!” dediydim. Daha cümlemi bitirmeme kalmadan çocuk fırlayıp gitmiş, bu mesele de haftalar boyunca içime dert olmuştu. Çocuğa ne derdi olduğunu sormadığım için, karnı aç mı, simit ister mi diye iki laf etmeden, zaten kuşları beslemekle kazanacağımız sevabı artırmaktan başka bir dileğim yokmuş gibi, lütfedercesine “bir simit de şu garibana” dediğim için kendimi çok suçlamıştım. Kim bilir ne zoruna gitmiştir benim o pis hâline, ayıplar gibi dudak büküşüm. Nasıl oturmuştur yüreğine, belki de uzun seneler boyunca, hatta genç yağız bir delikanlıya dönüştüğü bir zamanda, meğerki bir genç kıza tutulmuşsa, beni hatırlamış, o güzel genç kızın kendisine dudak bükeceğini, ya da olsa olsa, sevgisini iyilikten lütfedeceğini, kızın yalnız kaldığında kendisini değil, bir başkasını düşüneceğini, hiçbir zaman gerçekten sevilmeyeceğini düşünmüştür. Gerçekten sevilecek olan temiz yüzlü, iyi giyimli, ne dediğini bilirmiş gibi konuşan o delikanlılara gıpta etmiş, ne kadar temiz olsa, ne kadar iyi giyinse onlar gibi görünmeyeceğine, kelimeleri ne kadar güzel telaffuz etse, öyle kendinden emin olamayacağına, belki de bu insanların hamurunun başka olduğuna, tabii kendisi her ne kadar eli yüzü düzgün, efendi bir delikanlıysa da insanların bir bakışta, çocukken bir gün bir kadının ona dudak bükerek baktığını, sonra eşine “bir simit de şu garibana” diyerek kendisine acıdığını fark ettiğine inanmıştır belki. Belki bir gün evlenmiştir de, çocukları ona “baba” dediğinde, o gururlanacak yerde utanmıştır, sırf benim o dudak bükmem aklına gelip de.
Bu yüzden mi unuttu beni Tanrı? Tövbe haşa kendimi olduğumdan büyük zannettim de, kendisinin bir anlığına görmezden gelmiş olduğu o küçük kara çocuğun yazgısını hemen o anda ellerime almaya kalkıştım diye mi? Yoksa, oğlanın hayatını mahvettiğimi zannederek kendime kızdığımda, gizli gizli, bir insanın hayatında bu kadar büyük bir etkim olduğundan memnun olarak pişmanlığıma küçük haz kırıntıları serpiştirdim, acımı uhrevi bir şeymiş gibi yaşadım diye mi? Yani halihazırda bir halt yemişliğim yetmezmiş gibi, doğru düzgün utanmayı da bilemeyip hayata dair merakları, umutları, heyecanları olan bir çocuğun elinden o merakları, o umutları, o heyecanları almış olmakla, gururla karışık bir şeyler hissettiğim, çocuğun gelecekte beni hatırlayıp “ah o kadın, beni ne kadar da üzmüştü” demesi ihtimalini, göğsüm sıkışa sıkışa ama yine de ısrarla ve defalarca düşündüğüm için mi? Eli, eli, lema sabaktani!
Ah… İnsan her zaman en doğrusunu, en münasibini bilmiyor, bilemiyor ki. Bir tek ben mi sanki? Kardeşim Nimet, hayattayken tabii, sadece insanlara değil, hayvanlara karşı da çok nazik, içinde küçücük bir art niyet olsa hemen kendisiyle bir münakaşaya dalıp bu art niyeti ortadan kaldırana, yerine güzel dilekler koyana kadar temaşa eden, ahlaklı, dürüst bir insandı. O kadar düşünen Nimet bile yanıldı, evli bir adama aşık oldu da, üstelik adam kendisinin, bir tek kendisinin olsun istedi. Bu niyetle bir fenalığa girişmediyse de bu dileğinin hesabını bir türlü kapatamayıp günden güne asabi, aksi bir insana dönüştü. Gözlerinden parıldayıp ondaki iyiliği haber eden ışıltı, çevresinde güneşler açtıran, elinin değdiğini iyi eden o neşeli ruhunun yankıları duyulmaz oldu. Anlattığına göre, bir keresinde adam ona “Benden ne istiyorsun? Ben evli bir adamım, benim sana ne hayrım olur?” dediğinde Nimet, “Beni sevmeni istiyorum.” demiş. Adam, Nimet’in içine taş gibi oturan gayet doğal bir hayretle, sanki hiç mümkün olmayan bir şeymiş gibi “Seni sevmek mi?” deyince, bizimkinin içinde düğüm düğüm hâle gelmiş olan duyguları iyice içinden çıkılmaz hal almış. Kendi durumunu dışarıdan görebiliyor gibi görünüyorduysa da en sonunda hepimizi çok şaşırtıp canına kıydığında, kime kızmak gerektiğini bilememiştik. O nazik, iyilik, adalet duygularıyla dolu kızın aşık olmasına mı, adamın evli olmasına mı, kızı sevmeyi bu kadar olmaz bir şey gibi görmesine mi kızacaksın? Bu işin doğrusunu, münasibini bilseydik, belki de Nimet’in o içindeki coşkuyla, yaşam aşkıyla dünyaya iyilik saçtığı, anlamlı, uzun bir yaşamı olurdu. Öyleyse bile, ben eminim ki bu sefer başka uygunsuzluklar, başka olmazlıklar bir yerlerden peyda olurdu! Bu yaşamın doğrusu yok. Ama o yüzden yanlışı da mı yok? Hah işte. Yaşamın yanlışı diye bir şey sahiden de var. Ama bilhassa onu seçmekle yol almakta ısrarcı değilse insan, yani yanlış olduğunu bile bile yine de bir davranışta bulunuyor değil de bilmeden, farkında olmadan, saflığından o davranışa yöneliyorsa, dünyaya terk edilmek cezasını da hak etmiyor demektir, bana göre. Sokrates de “Kimse bilerek kötülük yapmaz.” dememiş mi? İnsanların saflıkları, bilmezlikleri, kötülüklerinden bile daha güçlü diye onları cezalandırmalı mı? Hayır, affetmeli onları. Affetmeli beni, Nimet’i, ve insanlığın geri kalanını!
Eli, eli, lema sabaktani!
Ah, yine aynısı oldu. Yine ben, sadece bir acıyı yaşamakla, bir anıyı hatırlamakla kalmayıp Tanrılık taslar oldum. Ah, bu kibrim yüzünden istenmiyorum öteki dünyada, besbelli. Yoksa hala dünyayla hesabımı kapatamadığımdan mı?
“Mevsim ilk yaz Bursa’da, on beşinde haziran,
Ihlamur kokusundan sarhoş, şakıyor bülbül,
Yeşil manolyalardan akıp gidiyor zaman
Yollara düşmüş pembe, uzak doğulu bir gül.”
Bu şarkılar beni hâlâ heyecanlandırıyor, hâlâ yollarda tanıdık bir yüz arıyorum, sabahları, belki birisi beni görür de sahip çıkar umuduyla evin önüne çıkıyor, çiçeklerimi suluyorum, o esnada okula giden çocuklar varsa, nasıl bir gün geçireceklerini, hangi derslere gireceklerini tahayyül etmeye çalışıyorum. Benim de evladım hayatta olsaydı bu çocuklarla okula gitseydi, yakasını ütüleyip yetiştiriverseydim, akıllı uslu olmasını tembih edip, o giderken tatlı bir endişeyle ardından baksaydım. Sonra, kafasını kaldırıp insana bir merhaba demeyi çok gören bu yeni insanları izlemeye doyup içeri giriyorum. Görüyorsun Tanrı’m, içeri giriyorum. Doyuyorum yaşamaya. Hesabımı kapatıyorum. Görüyorsun Tanrı’m, ben geleceğe değil, geçmişe bakıyorum. Beni de al. Bu ebedi tekrardan kurtar beni de! Sabahları içimi bürüyen umuttan da akşamları sis gibi çevremi saran umutsuzluktan da kurtar beni!
Bu dünya benim de içinde yaşadığım dünya mı? Bu insanların kaygıları, benimkiler gibi kaygılar mı? Şu birbirimize tanımaz tanımaz bakışlarımız, merhabalaşmadığımız için mi yalnızca? Hepimizin gözleri şu aynı mavi göğe, şu aynı mavi denize mi bakıyor? Bu insanlar da mı şarkılarda heyecanlanıyor, çiçeklerini suluyor, belki biri varlıklarını fark eder diye etraflarına bakınıyor? Bu yalnızlık fena, çok fena… Tanrı’m, Tanrı’m, beni neden terk ettin!