Sevgili Cemre;
Sen gideli dokuz gün oldu. Gittiğinden beri olanları değil de sen buradayken, biz yan yanayken, göz göze konuşabiliyorken geçen zamanı, yeni sindirmeye başladım. Sindirdiklerim düşüncelere, düşünceler duygulara, duygularım da özleme büründü. Ne kızsın ha, bu devirde, hiçbir sosyal medya hesabın yok. Biliyor musun? İyi ki yok!
Seni görmediğim her an, ne yaptığını bilmediğim her gün, gerçek bir özlem duygusunu hissettiriyor bana. Gerçek olduğunu biliyorum, çünkü her baktığım güzel şeyde, seni silüet olarak yanıma çiziyor gözlerim, sonra içim buruluyor, onları sana gösterebilseydimi hissettiren. Acaba ne yapıyor diye, kaç defa geçiyor düşünceler. Birinin düşüne düşünce, özlem sarıyor işte.
Yan yana olamamanın hüznüne, heyecan karıştı şu dokuz günde. Onları paylaşıp seninle çoğaltmak için sabırsızlanıyorum. Sesini duymak, senden bir satır okumak, zorunluluk bu hayatta bana. Ne güzel bir mecburiyettir bu! Oysa gözümüzün önüne serilmeden hayatlar, bu duyguyu ne çok yaşardık, şu an lüksüye geliyor bunu hissetmek. Aferin kız! İyi ki yeni dünyaya karışmadın, senin sayende benim de bu yanım, halen hayatta. Bak başlıyorum! Hazır mısın okudukça benimleymişsin gibi yaşamaya?
Hazırım diye, sessizce dudaklarını hareket ettirdi, ellindeki İstanbul pulu basılı mektubu okurken, Cemre. Yazı birlikte geçirdiği bu dostunun, onsuz geçen dokuz gününe heyecan doluydu. Şimdi geçen dokuz günü Ömer’in duygu ve düşünceleriyle yaşayacaktı, her satırda. Merak dolu bir heyecan sardı bedenini. Evinin en güzel köşesine kurulmuştu. Yazın birlikte dinledikleri şarkılardan, bir listeyi kulağına koymuş, başlıyordu onun satırlarında, onunlaymış gibi yaşamaya.
Cemre;
Son gecemizde, gideceğinin telaşına kapılmış bilinç altım, uyutmadı beni. Uyumadığım her dakika, bana gerçek gelen her şeyi düşündüm. Mesela apartman boşluğunda sepet trafiği olan komşuları, vapura her binişinde aynı heyecanı duyabilen çocukları, balkonunu çiçek bahçesine dönüştüren kadınları, rakı içerken yanındakinin gözünün içine baka baka dinleyen erkekleri, maça giden aileleri, havalimanında uğurlanan göçmenleri, beton kaplı hududuna rağmen yeşermiş ağaçları, adaları izlerken el ele tutuşan sevgilileri, sesli gülen gençleri, metroda yerini çocuklu bir anneye veren delikanlıyı, sokağa varınca elindekileri taşımaya yardıma gelen sucu çırağını, yol sorduğunda seninle köşeye kadar yürüyen amcayı, restoranda gözünle iletişim kurabildiğin garsonu, seni gördüğüne sevinen sokakta karşılaştığın o tanıdığı ve seninleyken hiç düşünmediğim yalnızlığımı. Hepsi o kadar gerçek ki onlara tutunup koca bir günün pisliğinden çıktığının, farkında bile olmayan koca bir çoğunluk yaşıyor burada. Hepsi bilmedikleri bir umuda tutunuyor ve yatağa gidiyor.
Sonra yarı uyur, yarı uyanık geceyi bu düşüncelerle bitirdim. Ve ertesi gün, senin gideceğin o saatte, bir kahve hazırladım kendime, camdan dışarı seyrettim. Baktığım her şey, bir çirkin bir güzel geldi. Sanki rastgelelik, kontrasını yaratmış büyülü bir şekilde. “O büyü nedir?” diye düşündüm, sonra penceresinden ya da balkonunda görünen insanlara denk geldim. O an buldum, yaşamdı o büyü. O gördüğüm her şeyin içinde bir yaşam vardı, dünya o an orada, o kişi için dönüyordu. Herkes kendinin bu kadar merkeziyken, nasıl başkalarının yörüngesine savruluyordu, anlam veremedim. Sonra bir uçak geçti, içinde sen varsındır diye, el salladım. O an hatırladım, çocukken o dönem âşık olduğum kızla beraber çimlerde uzanıp bulutlardan hikâyeler yaratırken, geçen uçağa el sallamıştı, sonra dönüp “Belki bir gün evleneceğim çocuk içindedir ve aşağı izliyordur.” demişti. Yıkılmıştım, oysa bendim, yanındaydım. O gökte arıyordu beni, ben ise bir el uzağındaydım, aynı düzleme uzanmıştık. Çok bozulmuştum ama çaktırmadan devam etmiştim yoluma. O kızın, o an, o uçağa bağladığı aynı umutla, el salladım sana. Dostum, bu selam sana…
Sonra üzerimi değişip işe gitmek için arabama bindim, radyodan bir şarkı ısmarladım kendime ve çalan sözleri hayat bana söylesin dedim. Söze girmeden çalan telefonumla şarkı baş müziğiyle kaldı. Arayansa Umut’tu.
“Abi günaydın, n’aber? Gitti mi Cemre?” dedi:
“Günaydın gitmiş olmalı.” dedim.
Cevapsız bıraktığım n’aberi es geçip girdi konuya;
“Yarın akşam buluşalım diyoruz, gelir misin?” diye sordu.
Kimlerle diye bile sormadan, “gelirim” dedim.
Kimlerin olduğunun bir önemi var mıydı? Beni arayan Umut’tu ve Umut gelecekti, gerisi de Tanrı misafiri olsun dedim.
“Tamam o zaman mekân saat bilgisini yazarım sana, hadi görüşürüz!” dedi.
Kapattık.
Nasıl güvenli bir iletişimdi bu aramızdaki, isim mekân zaman bilgisi olmadan, tek odağım Umut’u görmeye yarın zamanımın olmasıydı. Zaman verebileceğim, en güzel şeylerimden biriydi bunu senden öğrendim şimdi kıs kıs gülüyorsundur bir öğretmen edasıyla. Gül kız sana yakışıyor. Benim bugün işe giderken, o dilediğim dileğin karşılığı, arkadaşıma duyduğum güven ve özveri olmuştu. Sonrası işler güçler.
Ertesi gün akşam, lebiderya bir balkonda Umut’un bir arkadaşının evinde buluştuk. Kapıyı açan, zümrüt gözlü, vişne dudaklı, orman saçlı bir kızdı ve “Merhaba, ben Cemre” dedi. O sırada bir şey düştü içime. Aslında adını demeden düştü de adı tam böyle, gümbürtü etti. Ve o akşam “Ne yapıyorsun?” diye sen de mesaj attın. Hani dedim ya sana, “Umutlarlayım” ama o “lar” çoğul ekinin kimler olduğundan bahsetmedim, senin altını çizerek sorduğun. Bende sonra konuşuruz dedim ve koydum aklıma ilk mektubumda sana o geceden bahsedecektim.
Yedi kişiydik. Yineliyorum, Lebiderya bir balkondayız, denizin üzerinde tekneler yıldız olmuş ışıldıyor. Ay, hilal. Balkon çiçeklerle kaplı, sanki bahçedeyiz.
“Gündüz arıların çok olur.” diye salak bir yorumda da bulundum. O da gülümseyerek, bereket işçilerim benim onlar, gelsinler buyursunlar, akşamına oturmaya yüz tutunca, zaten gidiyorlar evlerine dedi. Sanırsın 60’lardan bir kadın fırladı karşıma, o kullandığı cümleler hayata bakışı, duruşu o yüzünün gözünün rengi, bir de mezelerin hepsini elleriyle yapmış, çok da tanımadığı bunca insana. “Asarlar mı, keserler mi beni?” diye, düşünmeden. O da Umut’a tutunmuş, ondan gelene kapım açıktır, diyerekten toplamış hepimizi. Bende kime gittiğimi bilmeden, elimde bir büyük beylerbeyiyle geldim, bilsem bir çiçek getirirdim. Ah be Oğlum ne sormazsın kime gideceğini, en azından bir; “Kadın mı, erkek mi?” diye sor.
Bir de rakıyı verirken “Bilmiyordum!” demez miyim?
Hemencecik, “Neyi?” diye sordu O’da.
“Sizi.” dedim.
“Beni mi?” diye karşılık verdi.
Yani bir cümle kuramadım adam akıllı. Pinpon oynuyoruz sanki üstüne, “Sizi bilseydim…” diye devam ettim.
Gülümseyerek toparladı; “Beni biliyor olsaydınız, biz arkadaş olmuş olurduk, gelin şimdi olalım ben Cemre, siz de beklenen Ömer olmalısınız.”
Eridim, cevap veremedim, e ü şey mey diye kem küm ederken, “Aperatif bir şey ister misiniz, yoksa rakıyı hazırlıyım mı?” dedi. Oha ilk günden elinden rakımı mı içecektim, kalbim dayanmayacaktı artık buna. “Yok gerek yok, ben bir su alıyım, sonra devam ederim.” diye çıktım işin içinden. Kız aperatif diyor, ben su diyorum. Cemre, ya şu an “Oğlum ayran deseydin!” dediğini duyar gibiyim …
Ve Cemre de bu satırları okurken içinden, “Oğlum ayran isteseydin ya!” diye geçirerek kahkaha attı, tıpkı Ömer’in hayal ettiği gibi.
Suyu aldım, Umut’un yanına geçtim. Özge ve Kenan da vardı, iki de Cemre’nin arkadaşı, Efe ve Ege. Ege kız bu arada. Kardeşlermiş, bir buçuk yaş araları ama aynı arkadaş ortamında büyümüşler. Cemre’nin yazlık arkadaşlarıymış. Özge ve Kenan’ı biliyorsun asırlık çiftimiz.
Biraz zaman geçip yenen her lokma, aramızdaki yeni tanışmışlığı, alıp götürmeye başladı. Sonra plak çalardan eski şarkılardan çaldı. En sevdiği şarkılardan biri “inleyen nağmelermiş”, o çalmaya başlayınca nasıl neşelendi bir görsen, vişne rengi dudakları kocaman açıla açıla, eşlik etti şarkıya, gözleri pınarlandı. Allah’ım öleceğim, kiraz ağacının çiçeklerine dönüştü suratı. Tam o an, bir cemre daha düştü yüreğime. Umut’a sordum biran, “Siz nerden tanışıyorsunuz?” “Bunca zaman biz niye tanışmadık?” diye geçirerek içimden.
Güldü ikisi de gıcık oldum o gülüşe, aralarında bir şey mi vardı yoksa?
Umut başladı anlatmaya, Cemre’nin soyadı Uzerli dedi. Senin Cemre’nin soyadı da Özenli ya, ben Instagram’da senin Cemreyi bulmaya çalışıyordum.
O an geçiriyorum içimden “Nasıl ya, Umut seni Instagram’da neden arıyordu ki” kaşlarımda kalktı bir an.
Tam soyadını hatırlayamadım “Cemre Uzerli” yazmışım işte, o hesapta da böyle çiçekli bir fotoğraf var, kişinin kendisi yok. He dedim bu bizim Cemre.
Seni neye dayanarak bizim yaptı, ben ne kaçırmış olabilirim diye aklımın içinde konuşurken. Kaşım kalkık dinliyorum halen. “Neyse ekleme talebi yolladım” ama “ret aldım”. Oh iyi olmuş diye geçirdim içimden.
Sonra mesaj attım, “Cemre ben Umut ya Ömer’in Umut.”
“O zaman Ömer’e yaz!” diye bir mesaj geldi.
Herkes gülmeye başladı.
“Oh iyi demiş” dedim biran sonra umarım kimse duymamıştır diye geçirdim içimden. Ama rahatladım biran, biryanımda abi böyle kız Instagram’da mı bulunur, ne oluyor yahu diye dürtüyor beni.
Umut devam etti;
“Oradan işte, bende anladım yanlış Cemre olduğunu, izah ettim, Cemre de saolsun anlayışla karşıladı, sonra ekleme talebimi kabul etti. Cemre’nin ama ne fotoğrafı var ne hayati paylaşımı, yani o genelde börtü böcek paylaşıyor sonra bir gün bana yazdı kahve içelim mi diye, o gün bugündür çok güzel bir arkadaşlığımız başladı kendisiyle. “O yüzden seni de, Cemre’yi de bilir, çok dinledi benden” diye altını çizdi, gözümün içine baka baka.
Madem bizi biliyor, biz O’nu neden bilmiyoruz? diye halen konuşuyorum, bir yandan da, ‘o son imalı bakışlarıyla, acaba anladı mı bugün içime düşen Cemreleri, diye geçirdim içimden.
Oradan sosyal medya dünyasına yöneldi konu. Masadaki herkesin ortak yanı, kaybetmek istemedikleri bir tarafları oluşu. Herkes birilerini seviyor, değer veriyor, önemsiyor ve onlarla ilişkilerini hep gerçek tutmak istiyor. Bunu korumak için de böyle bir araya gelip, telefonlarını kapıdaki anahtarlığa bırakıyorlar. Acil durumlar için sesler açık ama ellerde değil. İnanır mısın o gecenin bir fotoğrafı bile yok, o kadar unutmuşuz telefonları, dalmışız birbirimize.
Akşam eşrefi hayırlara, artık herkes evlere saati gelmişti. Sona kalmaktan çekiniyordum ama ilk giden de olmak istemiyordum. Önce Özgeler kalktı ardından, Efe’ler. Umut ben Cemre kalınca, Cemre “Size bir kahve yapıyım mı?” diye teklif etti. Ben bu gece yaşadıklarımı düşünmekten, zaten uyuyamayacaktım “Hadi yap da bahanem olsun!” deyiverdim. Hep gülümseyen bir cümlesi oluyor, içi sessiz harf dolu. O gülümsedikçe, bu orman hiç mi yaprak dökmez, diye düşünüyorum. Kahveler geliyor, yudumları alırken, “Ee bir daha ne zaman görüşüyoruz?” diye çıkıyor ağzımdan, Umut lafa atlıyor; “Ömer memnun kalmış belli, ikinciyi daha evden çıkmadan sorduysa…” diyor
Ağzımdaki bütün kahveyi püskürtüyorum kızın suratına; Aman Allah’ım ne yaptım ben?
Bin bir özür diliyorum, Umut gülmekten yerlere yatıyor. Cemreden hiç tepki yok, biran kala kaldı dondu sandım.
“Cemre iyi misin? Çok özür dilerim, gel bir yüzünü yıkayalım” derken, bir kahkaha atmaya başladı. İşte o son cemrede, o an düştü kalbime. Ben özür diledikçe “Aşk olsun yahu olur öyle şeyler, yıkarız geçer.” deyip duruyor. Sonra kalkıp yerinden banyoya geçti. Umutla yalnız kaldığım o an, bana; “sonunda sana doğru Cemre’yi bulduk” demez mi. O kadar mı belli oluyor, yandım ki ne yandım.
Cemre bunları okurken sakın yanlış şeyler düşünme, öyle doğru Cemre filan. Benim bir Cemre arayışım yok ama sen o kadar harika bir insansın ki benim için, senin gözlerinle dünyaya bakmayı o kadar seviyorum ki ben kimseden keyif alamıyorum. Bunu sende biliyorsun ama bir yanda dostluk ve bir yanda sevgililik başka işte. Kastı o Umut’un, kızma sakın ona. Senin bende ki yerini bırak herhangi bir Cemre, sen bile değiştiremezsin.
Cemre, bu satırları okurken bir yandan bir film izler gibi gülüp eğlense de bir yandan Ömer’i bu kadar etkileyen diğer Cemre’ye, merak duymaya başlıyor ve okumaya devam ediyor.
Neyse devamında Cemre yanımıza geldikten sonra, her şey için teşekkür ettik, iyi geceler dileyip çıktık evden. O sırada telefonumu unuttuğumu fark ettim, o kadar dünyadan koptum ki o evde, telefonla olan dünyamı da unuttum. Koştum hemen geri, kapıyı çaldım telaşla. Yatmaya gitmeden yakalamak istiyordum.
O da telaşla açtı kapıyı ve “bir şey mi oldu” diye sordu.
“Yok hayır, telefonumu unutmuşum.” dedim.
Bir aaaaaa’laştık ikimizde.
Telefonu verirken “İçinde numaramda olsun ister misin?” dedi
Sanki artan tatlıdan eve götürmek ister misin, dedi gibi geldi.
Gülümsedim, telefonu vermeden yazarsan, sevinirim dedim.
Gülümsedi, yazdı ve son iyi gecelerini dedi, kapıyı kapattı.
Alkollü olduğumuz için arabayı park ettiğimiz yerden çıkartmadık. Metroya yürüdük, sabah gelip alacaktık arabaları. Bana da bahane olur, belki karşılaşırız fikri güzel geldi o an. Keyfimiz gıcır, bulutlar üstünde yürür gibi, şarkılar türküler söyleyerek gittik metroya. Bizim gibi keyfi gıcırlarda katıldı şarkılara, çoklu koro gibi olduk. Bugün dünya şen şakraklar günü sanki, herkes mutlu, kimse arıza çıkarmaya yeltenmiyor, herkes gülümsüyor, ekonomik kriz yok, insanlar güven dolu, acaba Umut da aynı şeyleri düşünüyor mu, yoksa bana düşen cemrelerden mi bu hissettiklerim?
Eve gelip yatağa uzandığımda, ilk aklıma gelen sen oldun Cemre, dünyaya baktığın gözlüklerden gitmeden bir tane de bana vermiştin. Hatta gözüme takmıştın, bende kıyamadım ardından çıkartmadım daha, iyi ki de çıkartmamışım. Onlarla bakınca bugün, düşen Cemreleri gördüm. Dünya uzun süredir o kadar boktan bir yerdi ki güvenilmez, duygusuz, umursamaz, bencil, yalnız… Beni sen inandırdın buna ve ben senden inandıklarımla kendime bir gece armağan ettim. Şimdi düşünüyorum senin adının anlamını.
Sen, dünyanın yeşermesine verilmiş bir umutsun. Düştüğün her kalbi, tıpkı hava, su, toprak gibi ısıtırsın ve ısınan her yer hayat dolar. Teşekkürler Cemre, bir yaz biterken bir sonraki yazın umudusun, sen iyi ki varsın.
Devamı bir sonraki mektupta.
*Podcast – Konuşur Gibi @Spotify @Instagram