Paris’te bugün hava parçalı bulutlu. Bilirsin çok severim. Düşünürüm ara ara “Hava mı parçalı, yoksa bulutlar mı?” diye. Ya da “Parça parça bulutlar mı havada?” Severim beni böylesine düşündürten şeyleri. Anlam kargaşası yaşatan bu tabirdeki gibi havanın kendisi de genelde, aynı karmaşada hissettirir insana. Motivasyon düşüklüğüyle başlangıç yapar güne, çoğu uyanan. Ama ben seviyorum böyle günleri. Sanki üzüldüğüm şeylere artık haklı olarak üzülebilirmişim, yalnızlığımı sonuna kadar endişesiz yaşayabilirmişim, sevgiyi bir mum ışığı loşluğundan dileyebilirmişim gibi geliyor. Güzel cepheli evlerin birbirine dönüklüğünden, evlerin içi daha karanlık günden. Böyle günler için aldığım mumlar, ateş böcekleri gibi parlatıyorlar evimi. Altını yaktığım çayın ateşi de eşlik ediyor, çok şükür ki bu eski evler hâlen gaz ocağı. Yemeklerin altının yanma ihtimali, hâlen yüksek. Yangınla tüm evin tutuşması ihtimaller arasında ve bundan dolayı yemek pişirmeyi çok ciddiye alıyorum. Yemeğin tadı güzel olmasa da yanmamışlığına seviniyorum ve kendime başarı hediyesi olarak bir kadeh şarap dolduruyorum, neredeyse her yanmamış yemeyin şerefine. Yalnızlığımı bu küçük oyunlarla kalabalıklaştırıyorum işte. Neyse…
Çay koyduysam ben, belli ki Türkiye günlerimden daha kopamamışım. Kahveye, hâlen beni uyandıran ilaç muamelesi yapıyorum. Uyanınca çayla keyifleniyorum. Ama az kaldı bunu atlatmaya biliyorum, kahve fincanlarım sabırla bekliyorlar rafta. Toz tutmasınlar diye arada sudan geçirip, tekrardan yerlerine koyuyorum. Rahmetli anneannem benimle gurur duysun diye. Sonra fincanlara dönüp “tatildesiniz bol bol dinlenin” diyerek göz kırpıyorum. Ajda bardaklar yorulmaya başladılar. “Ben de oraları özlemekten bir yorulayım, sizleri de tatile çıkaracağım.” diye konuşuyorum bardaklarla ya da kendimle.
Hazır kafamın içindeki bu sohbeti yakalamışken senden hikâyenin devamını dinlemeden önce ben yazayım dedim, on yedinci günden;
Canım Ömer;
17. Bölge Rue Lebon Caddesi’ndeki evimin Fransız balkonlarına astığım sardunyaların, solmuş yapraklarını topladım bu sabah. Askılı bir gecelik vardı üzerimde, üşüdüm. Sonbaharın ayak izleri vardı havada. Belli ki tersine bir cemre durumu vardı. Havadan uçup gitmişti, baharda düşen ilk cemre. Kurumuş yaprakları toplarken, kendimi 70 yaşımdaki hâlim yerine koydum. Üzerimde ip askılı çiçek desenli bir ev elbisesi ve omuzlarıma attığım yelekle, çıkmıştım bu sefer bu camdan bozma balkona. Maviş maviş bakıyordum, ela gözlerimle caddeye. Hareket arıyordum, ona tutunup çıkı verdirteyim kendimi sokağa diye. O zamanda yalnızdım, aynı bu balkonda. Ama arayanlarım soranlarımla dolup taşılı bir liste telefonumda, bir de deste deste mektuplarım. Yaşımın ağırlığını, zamanı algılayışıma katmış yavaş yavaş okuyordum her satırı ve ben daha cevap yazmaya yüz tutmamışken, senden bir mektup daha geliyordu. Beni hep meşgul tutuyordun ve ben o meşguliyetle yetmiş birinci yaşımı heyecanla bekliyordum. Heyecanımı senden peşin fiyatına 71 yıllık taksitle almışım. Eşim vefat ettiğinde, Fayette ismindeki kızımız yalnız kalmasın diye ben katılmamışım ona. Şimdi diyeceksin “Eş adaylarından konuşmamak için onları ya öldürüyorsun ya da daha karşılaştırmıyorsun. Bu yüzden de ya genç bir kızı ya da yaşlı bir kadını yazıyorsun.” Sen de haklısın. Ama hayallerimde birini yaratıp sonra karşılaştıklarımda hayal kırıklığı yaşamak istemiyorum, belki de. O kişi gelince kendi yazsın satırlarını istiyorum ve ben ölmeden sakın ölmesin. Bak gördün mü yine yaptım aynı şeyi, üşümemi sana nasıl tasvir etsem diye düşünürken bir hikâye yazdım ve daldım ona. Oysaki bugün burada 37 yaşındayım. Ne ölen bir kocam var ne de bebeğim Fayette.
Ama dünyanın bir ucunda sen varsın. Güzel şeyler yaşamışsın, aşkı benden önce bulmuşsun. Şimdi parçalı bulutlar üzerinde bir buluttan diğer buluta atlıyorsundur. Kafanı toprağın altına sokmuşsundur ki gözün hiçbir çirkinlik görmüyordur. Toprağın altındaki o güzelim ağaçların köklerine sarılıyorsundur, karışıyorsundur onlara. Bir tanesi de senin ayağının altında olsun istiyorsundur. İstanbul ne güzeldir şimdi sana! Kaç kez inmeden vapura binmişsindir, haberin yoktur. Sonra biri fark etmiştir “Böyle beleş git gel yapamazsın git bir boğaz turuna katıl!” demiştir, sende kibar kibar “güzel abim mağdur gör, dalmışım güzelliğe” demişsindir. Onu düşünmekten, beni bir kez bile düşünmemişsindir. Belki baş başa yemeye çıkmışsınızdır, yaz bitmeden bahçeli bir yerde. Gece çökünce masanın loş lambasında Ona baktıkça, arzu dolmuşsundur dokunmak için. Bir müzik çalmıştır sözsüz ve sen konuştukça mısralanmıştır o şarkı. Gülümsemiştir O, narin narin, cilveli gelmiştir sana. “Bir öpsem…” diye geçirmişsindir içinden, tam o sırada dudağını ısırmıştır aynı geçişle içinden. Sizden başkası yok olmuştur koca memlekette. İyi geceler vakti gelince de gurbet duygusuna düşmüşsündür ve o zaman benim gurbetimi hissetmişsindir.
Sahi ya niye yapar insan bunu kendine? Gurbet öyle dehşet dolu bir duygudur ki ona düşünce çaresiz hastalığa yakalanmış gibi hisseder insan. Çaresi yok diye kalan son günlerini avutmakla geçirir.
Tutunur çöpsüz, hayvan leşi dolmamış ama ağaç dolu sokaklara, kavgasız kalabalıklara, her pazar ülkece tatil yapan vatandaşlara, yediğinden şüphe duymadığı restoranlara, sanatın altın sanatçının elmas muamelesi gördüğü sahnelere, heyecanla devlet okulu kuyruğuna giren ebeveynlere, geleceğin aydınlığını merdivenlerin altından görebilen gençlere, eskiye değer veren koruyucu zihniyete, özgürce düşünebilmeye ve düşündüğünü söyleyebilmeye, hakkını arayabilmeye, sokaklarda bir başına eteğini kıvırta kıvırta korkmadan yürüyebilen kadınlara, ülkenin bel kemiğini dik tutan orta sınıfın varlığına, zenginlerin ahlakını bozmamasına, yoksulun bir çaresi olmasına, doğa nedir bilen çocuklara, okur yazar gençlere…
Tutunmaktan yoruldu mu da öyle bir ağlamaya başlar ki gurbetçi, köydeki annesinin evindeki, camın önündeki sardunyalar ıslanmaya başlar. Dilerim ki birbirinizin gurbeti olmadan kavuşmuşsunuzdur. “Dur be kızım daha kaç gün oldu!” dediğini duyar gibiyim. Ama ben sana gurbetimin 17. günündeyim…