Umut Her Zaman Var mı?

 Pastel renkler, çokça sigara, önemli anların tanığı bir köpek ve mütevazı hayatlar. Aki Kaurismäki’nin kendine özgü dünyasındayız. Yönetmenin izlediğim ilk filmi, 1986 yapımı Cennetteki Gölgeler’di. Finlandiya’nın orta yerinde karşılaştığım dünya beni epey şaşırtmıştı. İki baş karakterin sadeliği ve gerçekliği, bütün o adaletsizliğin içindeki isyanın gösterişsiz anlatımı ve en olmadık anlarda kahkaha attıran absürt mizahı. İnanılmaz etkilenmiştim. Kaurismäki dünyası, beni anında kendine çekmişti.

 Le Havre (Umut Limanı), yönetmenin yapımcılığını da üstlendiği 2011 yapımı ödüllü filmi. Ayakkabı boyacılığı yapan Marcel ve karısı Arletty’nin Fransa’nın küçük bir liman kasabasındaki tekdüze hayatlarına konuk oluyor ve Marcel’in tesadüfen karşılaştığı kaçak mülteci İdris’e yardım etme çabasını izliyoruz. Beyazlara ait bir dünyanın siyahi parçası İdris, Londra’da oturma izni olmadan çalışan annesinin yanına kaçabilecek mi? Marcel’in çabaları sonuç verecek mi? Polisler İdris’in peşindedir. Özellikle onu yakalaması için görevlendirilmiş ve Marcel’in de ensesinde olan bir müfettiş ile. Tüm bu kargaşada Marcel’in karısı Arletty hastalanır. Doktorlar iyileşmesinin mucize olduğunu söyler ve onu hastaneye yatırırlar. Arletty bu süreçte yalnız kalmak ister. Böylece Marcel’in neredeyse tek uğraşı İdris olur. Marcel, önce Calais’deki mülteci kampına gider. Orada İdris’in dedesini bulur ve ona torunu için elinden geleni yapacağına dair söz verir. Sözünde de durur. Etrafındaki bir avuç insanın da yardımıyla, İdris’i kaçak yollardan Londra’ya götürecek bir bot bulur. Bu arada müfettiş de devamlı peşindedir. Kaçağı devlete teslim etmesi için uyarılarda bulunur. Tüm bunlar olurken Marcel, komşularının da yardımıyla İdris’i bota ulaştırmayı başarır. Tam o esnada polis arabasının sirenlerini duyarız. Arabadan inen bir sürü polis bota doğru koşturmaya başlar. Bota ilk gelen müfettiş olur. İdris’in saklandığı ambarın kapağını açar ve İdris’in bakışlarıyla göz göze geliriz.

 Filmin belki de en etkileyici sahneleri, İdris’in gözlerini sessizce gözlerimize diktiği anlar. İçimize işleyen derin bir çaresizlik. Tüm yakınlarından uzakta, yapayalnız bir insan. Yardımına koşan insana borcunu ödeme telaşıyla, polislere yakalanma riskini bile göze alan bir çocuk. Ve  “öteki” olarak etiketlenen bu çocuğa kalbini ve hayatını açan Marcel.

 İzlerken bazen size inandırıcı gelmeyen şeyler de oluyor. Marcel’in, karısının istediği elbiseyi, polisler tarafından her yerde aranan İdris ile gündüz vakti hastaneye göndermesi. Polis müfettişini son defa gördüğümüz sahne. Marcel’in, siyahi kampının müdürüne kendini albino bir akraba olarak tanıtıp girmesi. Fakat bunların hiçbiri sizi rahatsız etmiyor. Çünkü bunların da yönetmenin kendine özgü dünyasına ait güzellikler olduğunu biliyorsunuz.

 Film mucizevi bir son ile bitse de içimizde bir parça hüzünle öylece kalıyoruz. Belki de içten içe böyle biteceğine inanmadığımız için. Marcel’in çabasını takdir ediyoruz. İdris’in bota ulaşmasını dört gözle bekliyoruz. Ama ambar kapağının üstüne oturup bir sigara yakan komiserin gerçekliğini de sorgulamadan edemiyoruz. Hele hele yaşadığımız dünyada, gücü elinde bulunduranların, ötekileştirdikleri toplulukların üstündeki gövde gösterilerini ve acımasızlıklarını her an tecrübe ediyorken…

 Le Havre, insanlığa dair umudumuzu yeşerten bir film. Bütün hüznüne ve o hüzne sebep olan acı gerçeklerine rağmen umutla izletiyor kendini. İdris Londra’ya gidebilsin, Marcel yakalanmasın, Arletty iyileşsin istiyoruz. Bir kez de aşağılanan, hor görülen kazansın istiyoruz. Mutlu sonla biten masallardaki gibi. Ancak her masalın sonunun mutlu bitmeyeceğini bilecek kadar da yaşamışlığımız var. O yüzden İdris’i kalbimiz biraz kırık uğurluyoruz.

Yorum bırakın