Tekrar

 Ayşe’nin sesi boğazında bir yumru gibi büyüyordu. Gün henüz başlamamıştı ama o, akşama kadar kaç kez aynı kelimeleri tekrarlayacağını düşünmeye başlamıştı bile. Radyo istasyonunun eski binasının merdivenlerini tırmanırken basamakların tanıdık gıcırtısı ona eşlik ediyordu. Her basamakta, sanki merdivenler bile onunla ve tüm Dünya’nın işleyişi ile alay edercesine farklı bir ses çıkarıyordu.

 Koltuğunun altındaki kalın dosya, içindeki elle yazılmış reklam metinleriyle birlikte ağırlaşıyordu. Mürekkep lekeleriyle dolu parmaklarına baktı; dün gece geç saatlere kadar yeni metinleri temize çekmişti. Her kelime, her virgül özenle seçilmişti – sonuçta her seferinde aynı tutkuyla, aynı tonda söylemek zorundaydı.

 Stüdyonun kapısını açtığında, prodüktörü Kemal onu karşıladı. Kemal’in göz altları morarmıştı; büyük ihtimalle o da gece boyunca ertesi günün programını planlamakla meşguldü.

 “Günaydın Ayşe!” dedi Kemal, masasındaki kâğıt yığınlarının arasından başını kaldırarak. “Sesin nasıl? Bugün Akşam Pazarı’nın yeni indirimlerini duyuracağız. Biliyorsun, her saat başı…”

 Ayşe iç çekti. “Biliyorum Kemal, her saat başı tekrar. Her zamanki gibi.”

Stüdyoya girdiğinde, mikrofonun soğuk metalini okşadı. Bu mikrofon onun hem en yakın dostu hem de en büyük düşmanıydı. Her gün, aynı kelimeleri defalarca tekrarlarken bu metal parçası onun tek tanığıydı.

 Kırmızı ışık yandı. Yayın başlıyordu.

 “Günaydın sevgili dinleyiciler!” diye başladı Ayşe, boğazını temizleyerek. “Bugün sizlerle harika bir haber paylaşacağım. Akşam Pazarı’nda büyük bir indirim sizleri bekliyor…”

 Kelimeler dilinden dökülürken aklı başka yerdeydi. Yan stüdyoda, şehrin en sevilen müzisyeni Selim canlı performansına hazırlanıyordu. Her gün, aynı şarkıları tekrar tekrar çalıyordu. Her seferinde sanki biraz farklı, her seferinde sanki ilk kez çalıyormuş gibi.

 Öğle arasında, Ayşe stüdyonun arka bahçesine çıktı. Burada, radyonun “canlı efekt ekibi” çalışıyordu. Altı kişilik bir gruptu. Biri kapı gıcırtısı çıkarabiliyordu, diğeri at nalı sesini mükemmel taklit ediyordu. En yaşlıları, Şevket amca, gök gürültüsü taklidi konusunda efsaneydi,hatta bir sertifikası bile vardı.

 “Çalışmalar nasıl gidiyor?” diye sordu Ayşe, elindeki sandviçi ısırırken. “İyidir.” dedi Şevket Amca. “Akşamki radyo tiyatrosu için fırtına efektleri çalışıyoruz. Küçük İbrahim rüzgâr sesini çıkarmakta zorlanıyor biraz.”

 İbrahim utangaç bir şekilde gülümsedi. Elindeki özel yapım aletle rüzgâr sesi çıkarmaya çalışıyordu. Bu dünyada, her ses canlı üretilmek zorundaydı.

 Ayşe sandviçin üstüne sıcak bir kahve içmek için kantine gittiğinde (Ayşe’nin böyle tutarsızlıkları vardır.) orada Selim’le karşılaştılar. Selim’in parmakları ufak ufak nasırlaşmıştı, sesi biraz kısıktı.

 “Kaç kez söyledin bugün, Umutlu Mavi Gökyüzü’nü?” diye sordu Ayşe, kahvesi için tatlandırıcı ararken.

 Selim yorgun bir gülümsemeyle, “Yedi kez.” dedi. “Her seferinde biraz daha hüzünlü çıkıyor sanki. Ya sen? Kaç kez okudun o reklam metnini?”

 “Beş kez. Daha yedi kez var. Bazen düşünüyorum da Selim, bizim seslerimiz nereye gidiyor? Tüm bu kelimeler, notalar… Söyleniyor ve kayboluyor.”

 Selim düşünceli bir şekilde çayını yudumluyordu. “Belki de güzel olan bu, Ayşe. Her an benzersiz. Tekrarı yok. Bir kelebeğin kanat çırpışı gibi… Bir anlık ve sadece o ana ait.”

 Akşama doğru, Ayşe son reklam metnini okurken sesi titriyordu. Boğazı yanıyordu, ama yine de her kelimeyi özenle, ilk kez söylüyormuş gibi telaffuz ediyordu. Çünkü bir yerlerde, belki de şehrin diğer ucunda, biri ilk kez duyuyordu bu kelimeleri.

 Evine dönerken sokak müzisyenlerinin yanından geçti. Genç bir kız, elindeki küçük defterden şarkı sözlerini okuyarak şarkı söylüyordu. Yanındaki yaşlı adam ise gözleri kapalı, ezbere çalıyordu gitarını. Her ikisi de aynı şarkıyı söylüyordu, ama bambaşka şarkılardı bunlar.

 Ayşe evinin merdivenlerini çıkarken, yarın için hazırlaması gereken yeni metinleri düşünüyordu. Her gün aynıydı, ama her gün farklıydı. Belki de bu yüzden her an, her kelime, her nota çok daha değerliydi.

 Masasına oturdu ve yeni metinleri yazmaya başladı. Mürekkep parmaklarını lekeleyecekti yine, ama olsun. Yarın yeni bir gün olacaktı ve o, yine aynı kelimeleri, sanki ilk kez söylüyormuş gibi söyleyecekti.

 Çünkü bu dünyada, tekrar etmekten başka çare yoktu. Ve belki de güzellik tam da bundaydı.

Yorum bırakın