Un beau matin (One Fine Morning), Mia Hansen-Løve’ın 2022 yılı filmi. Ülkemizde Güzel Bir Sabah ismiyle gösterime girmiş. Léa Seydoux, Pascal Greggory, Melvil Poupaud ve Nicole Garcia’nın başrollerinde yer aldığı film aynı yıl 75. Cannes Film Festivali’nin “Yönetmenlerin On Beş Günü” bölümünde ve En İyi Avrupa Filmi dalında Europa Cinemas Label Ödülü’nü kazanmış.
Film, güzel aydınlık bir Paris sabahında başlıyor. Sandra, eşinin ölümünden sonra küçük kızı Linn ile yaşayan ve tercüman, çevirmen olarak çalışan bir kadındır. Küçük kızı ile sıcak bir ilişkisi vardır. Eski bir felsefe öğretmeni olan babası (Georg), Benson sendromundan muzdariptir. Görme ve yön bulma yeteneğini yitirmiş olan yaşlı adamın, hastalığın ilerleyici oluşu nedeniyle yalnız yaşaması ve evde bakım ile hayatını sürdürmesi günden güne zorlaşmaktadır. Sandra tam da o günlerde Kuzey Kutbu’ndaki bir keşif gezisinden dönen, ölen eşinin arkadaşı kimya kozmoloğu Clément ile karşılaşır. Clément’in sohbetlerinde anlattığı hikâyede dikkatle dinlediği vahşi hayvan önce rüyalarına girer, sonra da onun bir rafa kaldırdığı cinselliğini uyandıran Clément olarak hayatına…
Yönetmen tıpkı çok sevdiğini söylediği Fransız yazar Annie Ernaux’un yaptığı gibi, kendi hayatından hayrete düşürecek ama aynı zamanda da onu dikizlermiş gibi hissettirmeyecek samimi bir kesit sunmuş bize. Bu ikisinin bir arada nahif bir şekilde sergilenmesindeki başarısını görmezden gelemiyorsunuz. Bunu da gerçekten hissettiklerini, deneyimlediklerini gösterişe kaçmadan çekmesiyle başarıyor.
Film, aslında bir kadının yaşamın içinde, zaman zaman altında ezildiği sorumlulukları, kutsal anne ve aşık olduğu baba ile zamana yayılmış ilişkisini, sevdikleri tarafından görülme isteğini her karede görsel olarak sergiliyor. Sandra’nın cinsiyetsiz ve babası tarafından görülmediğinin temsilcisi olan giysileri, babasını ilahlaştırdığına dair imajlar sunuyor. Sonra çiçekli veya kırmızı elbiseleri, onun içindeki cinsel arzunun yeniden uyanışına şahit olmamızı sağlıyor. Ama bazen biri bazen diğeri öne geçiyor. Tüm bunların içinde annelik ise kâh kızına sarılıp uyurken kâh yorgun olsa da oyuna çağrıldığında gidişiyle hep var. Öyle ki kızının aksayan ayaklar ile sıkıntısı gündeme geldiğinde kırık dökük duvarların önünde birlikte yürüyüşlerine sabırla eşlik ediyor.
Görsel ayrıntılar ve yol göstericiler o kadar bol ki filmi sadece izleseniz de size hikâyedeki duyguları aktarabilirler. Sandra rolünde Léa Seydoux’un ağlayışındaki içtenliğin nedeninin yönetmenin nerede ağlayacağını baştan söylememesi oluşunu bir yana koyarsak yaşadığı çıkmazları metanetle karşılayan eylemlerine rağmen yakın çekimlerde yüzünde gerçek hislerine şahitlik ediyoruz…
Küçük evler, dil ve anlam yittiğinde nereye konacağı bilinemeyen kitaplar, küçük masalarda hayatın sunduğu mütevazı sofralar anlatılırmış gibi görünse de filmin sonuna doğru hafızasını yitiren baba “Benim için üç kişi önemli.” dediğinde üçüncü de olsa Sandra’yı saymasını gönülden isteyecek kadar akışa kendimizi kaptırıveriyoruz.
Babanın hayalinde, yazamadığı kitap ismi ile aynı olan filmin ismini, hayatta hep eksik kalacak yaşantıların olacağına yorabiliriz. Ya da yaşadıklarına metanetle yaklaşan bir kadının içindeki kimliklerin seyrine dalıp yine güzel bir Paris sabahında bambaşka bir Sandra ile ekran başından kalkabiliriz. Fondaki müzik ise filmin diğer tüm müzikleri gibi harika:
Love will remain
When knowledge has passed away…