Epiktetos’un Sofrası

 “Ben; esir, sakat, fakirlik ve sefalette başka bir

Iros olan, bununla beraber Allah’ın sevgilisi

bulunan Epiktetos’um.” (*)

Üç zehirli ithal inci(r): şöhret, teşhir, meşhur.

 Uygarlığın beşiği Ege… Beyaz bulutların yeryüzüne indiği Hierapolis (Pamukkale) tarafları… Felsefenin aydınlık yüzü, filozof Epiktetos bir bağ evinde uykusunda, bağa dadanan yılandan da haberi yok. Sabah düşünde. İzmir’e yakın bir bölgede seyahat ederken uyanır. Bilgedir, sürekli düş görür, uyandığında düşünün sürdüğünü söyler. Düşü olmayan insan gerçeğin perçeminden tutamaz. Gerçek olan bir şey var: Düşün mayası hayat, hayatın sürdürücüsü ise düş. Filozoflar düşlerinin ardı sıra yol alırlar. Epiktetos da kendini İzmir taraflarında bulur. Dört bir yanda bağbozumu… Doğanın sarhoşluk hâlidir bağ bozumu. Ödemişli üzüm üreticileri pembe germe cinsi üzümleriyle kent meydanında gezinmekte. Amaçları kente gelen konuklarına – ki onlardan biri de Strabon’dur- üzümlerini ikramdan ziyade “teşhir”dir. Umarım Ödemişliler, Strabon’a ve düşünden uyanamayan Epiktetos’a iyi davranmışlardır. Bağlarının en parlak salkımlarını ressam Heinz Scholnhammer’in tablolarında görünce Strabon’a ve Epiktetos’a açıklama yapma gereği duymuşlar: Bağımızn çelikleri, II. Nebukadnezar’ın asma bahçelerinden, Babil’den. Benzer bir açıklama da Urlalılarlardan gelmiştir.

 Ya Marmara; güze, bağ bozumuna nasıl girmiştir? Her şeyden önce güz var mıdır Marmara’da? Vardır da güz çoktan kışın koynuna girip çıkmış, baharın kapılarını kendisine açmasını beklemektedir. İstanbullulara dört mevsim baharı yaşatan Kapalıçarşı’ya çıkan cadde üstündeki dükkânların vitrinleri, viskon ve rayon ipeklerle süslenmiştir. Onların da amaçları ipeklerini “teşhir”dir. Kadıköy taraflarındaki porselen ve bone china seramik satıcıları, müşterilerin gözlerini nasıl kamaştırırız düşüncesiyle vitrinlerini ışıklara boğmuştur. Her yerde her şeyde teşhir. Durun kendimi “teşhir” edeyim demeye kalksam bir cinselliğin ulu orta sergileneceği duygusuna kapılırsınız ya da Platon’un soyulmuş hindisinin teşhir edileceği duygusuna. Her şey Sait Faik’in başının altından çıkıyor. Sait der ki Diyojen kalabalığın çok olduğu yerlerde yolunmuş bir hindi gezdirir ve işte Platon’un insanı bu çıplak hindi demeyi ihmal etmez. Filozofların talihsizliğidir alay edilmek. Oysa ipek de giyinsek hepimiz ruhsuz çıplaklarız.

 Peki, “teşhir” yerine “reklam edeyim” deseydim yolunmuş hindiye dönmesem de kibrin zirvesinden Sisifos gibi aşağılara itilirdim. Goriot Baba’nın Eugenie’si Paris’i adeta bir “çirkef deryası”na benzettiği zaman Vautrin teşhirin kapılarını açar: “Arabalarda çamurlananlar namuslu kişi, yaya çamurlananlarsa dolandırıcıdır. Hele bir yanılıp da bu çamurdan bir şey almaya kalkın. Adliyede görülmedik bir nesne gibi teşhir ederler sizi.”

 Bu yazının amacı “reklam”ın ta kendisi diyememiştim, demiş olayım. Yazı da başka türlü meşhur olamayacak. Tercihimiz, daha düzeyli, daha can alıcı (!) teşhirler. Mesela bir zamanlar iktidarın Marko Paşa dergisi yazarlarını elleri kelepçeli İstanbul sokaklarında teşhir etmesi. Beceriksiz iktidarlar sever teşhiri. Öyle ki teşhiri daha da ileri götürüp Eski Ahit’teki “günah keçisi” gibi suçlayıp bir uçurumdan yuvarlayıverirler. Tarihi kayıtlar Atinalıların Thargelia şenliklerinde uçuruma yuvarladığı günah keçilerinden kurtulan olmadığını yazar. Osmanlı tarihinde bağbozumu şenliklerinde değil de Sultanahmet’te seyrüsefer etsem Tepedelenli Ali’nin kesik başı ciğerimi pare pare eder. Hele meydanda vaka-i vakvakiyeye rastladım ki bütün çağların tüyler ürpertici teşhiridir.

 Biz teşhirdeki ince zarı soyup reklam adı altında yolumuza devam edelim. Gerçi Berger’in, “Reklam imgesi alıcıdan, aslında onun kendisine karşı duyduğu sevgiyi çalar; sonra da bu sevgiyi ona, alacağı ürünün fiyatına yeniden satar.” sözünden sonra reklamdan korkar oldum. Bu yetmezmiş gibi Zweig, “Günümüzde paradan, o lanet olası paradan başka bir şey geçerli değil, bir de yapabildiğiniz kadar reklam.” sözleriyle korkumun üstüne tüy dikti.

 Bir Batılının reklam nesnesine bakışıyla bizim bakışımızın örtüşeceğini sanmıyorum. Bir kültür farklılığı oluşturulmamışsa belki. Reklam bilindiği gibi “iddia, protesto, bağırarak ileri sürülen şey” anlamlarında kullanılan Fransızca bir sözcük. Dallarını budaklarını ayıklasam karşıma Latince “reclamare” sözcüğü çıkar ki önek olan “re”sini atarak “clamare”yi anlamlandırsam bunun “okumak, yüksek sesle söylemek”ten başka bir şey olmadığını görürüm. Ben neye üzülürüm? “Teşhir”in de “meşhur”un da “şöhret”ten geldiğine. Kapımızda kişneyen şöhret atı uğruna nelerden vazgeçildi, şöhret atı nelerle takas edildi? Popülerlikle birlikte kişilik kaybına uğramak, uykusuzluk, Seneca’nın dediği gibi yarını düşünürken an’dan vazgeçmek ya da an’ı hissetmemek, daha bir sürü değer yitimleri… Ama şöhretin kaymağını yiyen bir adam vardı ki adı Balzac’tı.

 Şöhret… Öyle bir tahttır ki oturanı kör eder, sağırlaştırır ama diline güç verir. Yakup Kadri o şöhret sahibi şairlerden biriyle (doktordur da) karşılaşır bir gemide. O, Cenap Şahabettin’dir. İskenderiye’den İzmir’e giden bir gemidedir. Avrupai giyimiyle, tavrıyla. Yakup Kadri koşar Cenap’a ama kibrin dehası Cenap bir Türkle konuştuğunu anlayınca yüzünü buruşturur. Gerçi tarih de Cenap’ın yüzünü buruşturacaktır ya, neyse. Şair ve hekim Ahmedî ve Şeyhî bize hâlâ tarihin derinliklerinden seslenirler: Bre hekim, kendi derdine derman bulabildin mi?

 Bu satırların yazarı şöhret peşinde koştu mu? Hayır. Yıldız falına merak sardı, pişman oldu. Müneccimbaşı Hüseyin Efendi’nin başına neler geldiğini okumuştu genç yaşta. Hüseyin Efendi, 17. yy.da düzenlediği “ahkâm takvimi”nde IV. Murat’ın öleceğini tahmin etmiş. Bre melun, bre uğursuz deyüp höyküren iktidar yandaşları Hüseyin Efendi’yi boğdurup Marmara’nın soğuk sularına attırmışlar. Her kim şöhret anahtarını elde etmek istiyorsa düşünüp taşınsın, Hüseyinlik taslamasın. İşsiz kalacak değilim, Ödemiş’e kadar gelmişim, Bergama’ya geçip “asklepion”ların birinde hastaların derdine derman olur, ölüleri diriltirim. Sonra gidip Epiktetos’un kırık ayağını sararım.

(*) Iros: İthakalı meşhur dev dilenci. Güçlü Odysseus’tan yediği dayaklar yüzünden kemiklerinin kırıldığını yazar efsaneler. Epiktetos’a gelince… Yeryüzünde nice olumsuz sıfat varsa kapısına yığılmış: Tutsak doğmuş, satın alınmış, uşak, topal, sefil, hasta, kasvetli, kapısız bir viranede oturan, yatağı paçavradan farksız olan…

Yorum bırakın