2
“Tanrı yakarışlara daha fazla dayanamadı, ne kadar kulağı varsa kesip attı, ben yokum der gibi, yokluğunu kanıtlamaya çalışır gibi.” dedi Devetabanı. Fakat sadece ben duydum. Ardından Hamiyet’in sesi duyuldu.
“ Süpürge patladı.”
“Patladı mı? Nasıl?”
“Bilemedim ‘güm’ledi de patlayıverdi.”
Hayri Bey bir yandan kapı kolunu zorluyordu.
“Niye kilitli burası?”
“Her yer pislik içinde kaldı, üstünüz başınız batmasın!”
“Aç şunu yahu dosyayı alıp çıkacağım.”
Hamiyet’e ait parçaların hepsini perdenin ardında topladım, ben koltuğun arkasına saklandım. Ses çıkarmadan nefes almaya çalışıyordum.
Anahtar kilitte döndü, kapı açıldı. Sadece etrafa saçılan tozu, pisliği gördüler.
“Hakikaten ne hâle gelmiş burası?”
“Yaaa ben size dediydim!”
Hayri Bey, cebinden çıkardığı anahtarla dolabı açarken Hamiyet, tedirgin bir şekilde etrafı süzüyordu. Beni gerçekten görmüş müydü yoksa anlık bir hayal miydim? Emin olamıyordu. Hayri Bey dosyasını alıp odadan çıktı.
“Bugün bu odanın işi biter değil mi? “
“Ne yapar eder bitiririm, aklınız kalmasın.”
“Yarın tüm randevular dolu, sabaha hazır olsun!”
Hamiyet başını salladı. Hayri Bey’i yolcu etti.
Tekrar odaya geldiğinde ben kapının arkasındaydım, hışımla kapıyı kapattım ve kilitledim. Beni görünce korkuyla irkildi, can havliyle eline süpürgeden kalan demir bir parça aldı. Kekeleyerek:
“Tövv-be yarabbi! Ki-kimsin sen? Ne-nereden çık-tın?”
Ellerimi yukarı kaldırarak:
“Biliyorum zor ama sakin ol, sana zarar vermeyeceğim!”
Zar zor nefes alıyor, korkudan titriyordu. Yüzü, sapsarı kesilmişti.
“Koru yarabbi! Yanımda para falan yok, yeminle! Zaten burada alınacak bir şey de yok!”
“Hırsız falan değilim.”
“Ya ne diye girdin buraya?”
“Bu odada bu kadar şaşırılmaz Hamiyet. Burada her şey mümkündür. Yerlere saçılmış cümleleri bir görebilsen!”
Hamiyet konuşamadı, elini ısırdı, rüyada değildi.
“Şimdi sen bu odaya hapsolmuş gibi hissediyorsun ya, asıl ben buraya kilitlendim ve çıkabilmem için yardımına ihtiyacım var.”
“Aklımı koru Allah’ım!” derken elindeki demir parçasıyla üzerime yürümeye çalıştı, daha atak davranarak onu koltuğa oturttum. Güldüm.
“Beni öldürmek yapacağın en yanlış şey olur. O zaman sonsuza kadar bu odanın içinde kalırsın. Kimse buraya gelemez, sen de çıkamazsın. Seni, ben yazıyorum.”
“O da ne demek ki?”
“Ben bir yazarım, sen benim romanımın kahramanlarından birisin. Ama nasıl olduysa beni bir karıncayla birlikte süpürdün, beni bir karınca gibi süpürdün! Birden yazdığım hikâyenin içine düştüm, bu dünyayı ben yarattım ama bu dünyaya en yabancı kişi de benim, buradan kurtulmam gerek”
“Benim aklım ermez, Hayri Bey’i çağıralım, o sizin dilinizden anlar, ha?”
“Aşk olsun, insan Tanrı’sına deli muamelesi yapar mı?”
“Estağfurullah, öyle demedim.”
Artık sinirlenmeye başlıyordum.
“Yeter ama! Seni bu kadar yarım akıllı bir karakter olarak yazdığımı bilmiyordum! Bunda anlaşılmayacak bir şey yok!”
Yüzündeki çaresizliğe hafif bir güceniklik eklendi. Sakinleşmem gerekiyordu.
“Bir sigara versene. Önlüğünün iç cebinde bir iki tane kalmış olmalı.”
Şaşırdı: Bunu nereden biliyordum?
“Hâlâ neye şaşırıyorsun? Muhtelif yerlerindeki doğum lekelerini de saymamı ister misin?”
Önlüğünün iç cebinden sigara paketini çıkarıp uzattı. Bir tane yakıp derin bir nefes çektim. Hayri Bey’in büyük masasına yerleşip kalem ve kâğıt çıkardım. Hamiyet, tam karşımdaki koltukta dikkatle beni izliyordu. Söylediklerim gerçek olabilir miydi? İnanmakta güçlük çekiyordu.
“O zaman Hayri Beyi de sen yazmıyor musun?”
“Tabii ki, ben yazıyorum”
“Ne diye ondan saklandın? Derdini ona anlatsaydın ya!”
“Tüm bu olanları ona anlatsam beni olduğu gibi akıl hastanesine yatırırdı.”
Bir yandan önümdeki kâğıda notlar almaya başladım. Roman taslağımı tekrar gözden geçirmem gerekiyordu. Önce Maslow’un İhtiyaçlar Piramidi’ni çizdim.
“Hamiyet, bu hiyerarşinin birinci basamağında doğmuş ve orada mücadele etmiş bir karakter. Kocasından nefret ediyor fakat ikinci basamağa geçebilmek için mecburi bir evlilik yapmış. Evlen-miş gibi, seviş-miş gibi… Tam bu noktayı “vajinasını süpürme” metaforuyla görüyoruz. Dört çocuk doğurmuş fakat diğer anneler gibi değil, çocuklarına karşı hiçbir sevgisi yok…”
Son cümlem Hamiyet’e fırlattığım bir ok gibiydi, o an kendimi çalışmaya kaptırmıştım. Kendine bile itiraf edemediği bir şeyi böyle düşüncesizce söylediğimi fark edince yüzüm kızardı.
“Bir anne çocuklarını sevmez miymiş hiç? O ne biçim laf?” derken çenesi titriyordu.
Ayağa kalktım, odanın içerisinde volta atmaya başladım. Bir yazar, romanı hakkında konuşmaya başlayınca heyecanlanır, yerinde duramazdı.
“Bu odanın da seçilmesi tesadüf değil Hamiyet? Bu odada yargılamak yok, insanın en şeffaf hâllerinin gelip geçtiği bir yer. O oturduğun koltuğa oturunca kimi sevgi noksanlığını anlatır kimi senin gibi sevgiyi hiç tanımamıştır bile. Hiç var olmayan bir şeyin eksikliğini de fark edemeyiz, öyle değil mi?”
Hamiyet, sadece omuz silkti. “Ben bilmem.” dedi. Duraksadı ve ekledi:
“Çocuklarım da her şeyimdir” derken gözleri doldu. Bana bile yalan söylüyordu, daha fazla üstelemedim.
“Herkes dudaklarıyla konuşmaz, söyleyemediklerini yapraklarıma söyletirler.” dedi Devetabanı. Antreden gelen bu sesi yine sadece ben duydum. Hemen onu da odaya getirdim, Hamiyet’in yanına koydum. Tekrar masaya oturup sigaradan bir nefes daha çektim.
“Devetabanı’nın zaten bu piramide ihtiyacı yoktu. Yeterli su, nem oranı ve gün ışığı gibi şeyler ona yetiyordu. İnsan dediğimiz varlığın neye ihtiyacı vardı? İşte bu her daim tartışmaya açık bir soruydu. Bu yüzden Devetabanı’nın varlığı bile insanları rahatsız ediyor, onlara insan olmanın acısını hatırlatıyor. Fakat bir tek Hamiyet’e bu eksiklik duygusunu yaşatamıyor.”
Hamiyet dediklerimi dinliyor gibi yapıyordu. Zaten hep öyle yapardı.
“Sen, her işi üstünkörü yapan gelişigüzel yaşayan birisin. Fakat iş süpürmeye gelince kendinden geçiyorsun, gözün dönüyor. Beni bile süpürdün! Çünkü bu senin konuşma biçimin, anlatabilme hâlin” dedim. Etrafa göz gezdirdi. Yerdeki ölü balığı görünce irkildi. Neleri süpürdüğünü daha yeni fark ediyordu.
“Süpürgeyi de sen mi patlattın?”
“Kusura bakma, ortalık biraz (!) battı ama orada daha fazla duramazdım, boğulacaktım”
“İyi de benden ne istiyorsun?”
“Çünkü bu romanın başkarakteri sensin, senin aldığın bir kararla şu an karşındayım.”
Tekrar notlarıma döndüm.
“Elektrik süpürgesinin torbası Hamiyet’in iç dünyasını temsil ediyor, bu oda da buraya gelen hastaların iç dünyasının temsili. Torba= mikro evren, oda=makro evren…”
“Bir diğer karakter de Tanrı-yazar. Piramidin dördüncü basamağında. Hamiyet’i içi boş bir kabuk gibi görmesi bu yüzden. Hamiyet’in neden intihar etmediğini hatta bunu aklının ucundan bile geçirmeyişini bir türlü anlayamıyor.”
Ben kendi kendime konuşurken Hamiyet de ortalığı toparlamaya başlamıştı bile. Belki de insanın en çılgın özelliğiydi bu: Bir zaman sonra her şeye adapte olabilme gücü!
“Bugün buranın işini bitirmem gerek de…”
Hamiyet, etrafı toparlarken ben de çalışmaya devam ediyordum.
“Ya Hayri Bey? O, kaçıncı basamakta?”
Hayri Bey, o saatlerde evindeki çalışma masasında benim dosyamı okuyordu. Yarın sabah ilk randevusu benimleydi…