Çöl

Başak’a… /

Dhafer Youssef – Soupir Eternel/Sonsuz İç Çekiş

(Yaşanmış kaç anıyı anımsadığımı asla bilmem: iyileri daha iyi, kötüleri unutur, mükemmelleştirir, yeniden yaratırım. Bazen de belli olmaz, ansızın karşıma çıkar ve yalan bile olsa tınılarına uyum sağlar, geçmişi gerçek sanır, gerçekliğine emin bile olamasam da. Hayal ve gerçek arasında işimize geleni seçerim.)

 Seneler geçti, ilk günkü gibi ciğerlerimin en derinine kadar içime çekiyor, gözlerimi kapatıyorum. Her şeyi unutuyor, bazı şeyleri de unutmamaya çalışıyorum. Sadece onunla olan anılarımı derin nefesimle beraber içime derin bir ağıt, kimsenin duymadığı çığlık gibi akıtıyorum. Çünkü en kötü anımın içindeki en güzel andılar. O ağıt ki bizden sonraki kuşaklar için bir destan değerinde, ağızdan ağıza dolansın.

 Yalan! Kimsenin bizden haberi yoktu. Ne acı, yaşananı sadece biz biliyorduk. Dünyaya haykırabilseydik: Doğru olanı da böylesiydi. Ne fark ederdi? Biz artık yokuz.

 Hâlâ unutmadım. Yüreğim onunla dolu. Bir kaç saatlik karşılaşma için bir ömür boyu bedel ödememek, unutamamak, bir ömrü tüketmek, bir ömür boyu uyuyamamak kendime eziyet mi? Yoksa aşkın yüceliğine bir işaret mi? Ben kimim ki bu yüceliğe sahip olup etkileneyim! Hayatın içinde tek başınalığa, unutmamaya mahkûmum, tek başınayım.

 Derin nefes alıyorum.

 İlk tanıştığımızı, imza gününde bana gülümseyişini, ismimi kitabın ilk sayfasına şımartıcı ve mizahi bir ifadeyle (Ne olduğunu unuttum…) yazmasına, kitabı hakkındaki düşüncelerimi heyecanla dinlemesi, gülümsemesi, haberleşelim, demesi… Ona ulaşmak için çabalamam, en sonunda onu bulmam ve hiç kaybetmemeye karar vermem. O, bu duygularıma ne karşılık verdi, ne hissetti emin değilim. Bildiğim şu ki onunla geçirdiğim her an (klişelere sığınmak gibi olacak) hep aklımda kaldı. Nişanlımdan ayrılmam, onun ölmüş kocasının mezarına ziyarete gitmeyi bırakması, en azından dürüstlüğümüzü gösteriyordu. İşaretlere hâlâ inanıyorum.

 Güzel ve heyecan dolu günlerimiz onun burnundan kan gelmesi, hâlsizliği ve sürekli hastalanmasıyla sona yaklaşmaya başlamıştı. O zamanlar hastalığını bilmiyorduk. (Yine klişe…)

 Acı gerçeği öğrendiğim gün, derin nefes aldım…

 (Bu aşk ile olumlu hiç bir şey yokmuşçasına yazıya dökmek, kendi içimizdeki hüznü bir iltihap gibi dışarı çıkartmak çabası, kendi içinde mizah gibi oldu. Olsun. Yazar, özgür iradesiyle böyle istedi.)

 Verdiğimiz kararın sonuçlarını bilecek, sorumluluğunu yüklenecek kadar yetkin, güçlüydük. Kararımızın hâlâ arkasındaydım. Onsuz olamazdım. Her şeyi bilmeme rağmen, ölüm bile olsa ödeyeceğim bedelin bir önemi yoktu.

 Derin nefes alıyorum. Nefes alabilmeme şükretmiyorum.

 Yürüdüğümüz ana cadde üstündeki ara yol kenarında, üzüm bağlarının arasında yükselen beton su deposu ayağı olarak kullanılan kulede, deponun hemen altında sarmaşıklarla kaplanmış ara balkon gibi duran ahşap zeminli ve çelik yapıyla sağlamlaştırılmış, kimsenin görmediği yüksek mekânda oturmuş uzaklara bakıyor, bacaklarımızı aşağıya sarkıtmış, ileri geri sallıyorduk. Hayatımızdaki hakikatten kaçma fırsatıydı. Bir yaz öğleden sonrasıydı, kan nakli için hastaneden yeni gelmiştik. Teşhis konmuştu, AIDS’miş. Yeni bir aşı deneniyormuş. Çare yakında bulunacakmış. Öyle diyorlar… (Yeşilçam film senaryolarını zorluyorum.)

 Doğa adeta güneşin parlak gücü altında boyun eğmişti. Sessizdik. Öptüm. “Emin misin?” dedi. “Evet, eminim!” dedim. Başka konuşasım yoktu. “Öleceksek beraber ölelim.”

 Soyduk birbirimizi. Güneşin sıcağı mı, yoksa bizim gövdelerimizin ateşi miydi belli değildi. Ateşli bir günün ortası. Ben alevim, o alev. Ben kıvılcım, o alev. Ben alev, o kıvılcım. Saçları yüzümde, terli, göğsüm göğsünü ezmiş. Su deposunun altında bir gökdelen gibi, göğü yaran yuvarlak beton. Her sey birbirini yarıyordu. Burnundan gelen damla ile anladım ağladığını. Saçlarını geriye attım. Öptüm gözlerinden. İçtim, damarlarından akan efsunlu kandan. Hayır, birbirimizi kutsamadık. Biz kimiz ki ya birer günahkâr ya da hayata gelmişken yaşamalıyız diyen varlıklarız. Sarıldık. Uyumuşuz. Boynundaki ince tüyleri diken dikendi. Uyandım. Güneş batmak üzere. Öptüm ıslak dudaklarımla.

 Gözlerini açmakta zorlandı.

 Biz tek parçaydık, birbirimize uymuştuk, aşktık, aşkın ta kendisiydik. Sarıldık, ağladık. Mutluluğun doruğuydu. Ya da bize öyle gelmişti. Değer miydi? Emindik. Dönüşü olmayan yoldaydık: bir olmuştuk.

 Derin nefes alıyorum.

 Onlarca sene sonra, büyük şehrin gökdelenleri arasında, viran gecekondu mahallesindeki büyük çöp konteynerlerinin arasında karşılaştık, yüzüme bakmayınca gitmeliydim. Su deposunun altında sevişmemize ikrar yazmamalıydım. Parçalanmış mobilya parçalarından yakılmış ateşin yanında yüzünü gizliyordu. O beni tanıdı mı bilmem, ben onu hiç unutmadım ki… Yüzündeki, ellerindeki yaraları, parçalanmış kopmuş burnunu, yırtık kıyafetlerine rağmen onu tanıdım. Hâlâyaşamaya devam ediyordu.

 Son enjeksiyonlar faydalı olmuş, demek ki. “Merhaba” dedim. Kafasını çevirdi, bakmamaya çalışarak daha çok yere bakıyordu. “Merhaba, ağrı kesicin var mı?” dedi.

 “Konuşalım mı? zamanın var mı?”

 Güldü. “Aslında hiç zamanım yok. Senelerdir ölmeyi bekliyorum. Ama olmadı. Sen iyi misin? Benden önce tedavi olmuşsun. Duydum. Seni çok iyi gördüm. Çok mutlu oldum.”

 “Anlatsana, bir yere gidip otursak?“ dedim. En yakın çay ocağına eğreti sığındık. Onu kimsenin hiç bir yerde istemediği belliydi. “Aç mısın?” dedim. Hayır artık hiç acıkmıyorum. “Anlatsana!” dedim.

 Beni yağmalayıp yerimden ettiler, içim gibi dışım da parçalandı, dedi. Bense, o günün hayatımın en mutlu günü olacağını bilmiyordum, dedim. Bana gözlerini dağladıklarını anlattı. Bense rüyalarımdaki çöllerde el ele koştuğumuzu söyledim. Bodrumda günlerce kilitli kaldım, dedi. Ben de gözlerimin, burnumun ve gömleğimin açık yakasından kıllarımın kumlarla dolduğunu anlattım.

 Kafasını çevirdi. Gözlerinin ucuyla baktı sonra. Ona bir daha yaşayamayacağımı bilseydim gözlerimi yumup çölün kokusunu, güneşin kokusunu, eşarbının kokusunu, sarı saçlarının diplerindeki ter kokusunu, avucunun içindeki ter damlacıklarını saklardım, asla pişman değilim, yeniden olsa yeniden yaşardım, dedim.

 Hüzünlü gülümsedi, dudaklarının kenarındaki kırışıklıklar daha çok belli oldu. Sandalyesini karşı pencereye doğru çevirdi. Kumral saçlarında gölgeler dolaştı. Gözlerinden akan yaşlar pencereden güneşle parladı. Ona daha fazla acı vermek istemedim. Nasılsa ben en mutlu günü yaşamıştım. Ama o bodrumda kilitli kalmıştı.

 Derin nefes aldık.

 Sarıldık, gözyaşlarımıza izin vermedik.

Yorum bırakın