“Bu taraftar sizinle gurur duyuyor, Uşak’ın efeleri şahlanıyor!”
Tribünlerden yükselen tezahürat sesleri, stadyumun çimlerinin arasındaki küçük yuvaya kadar ulaşıyordu. Köksal ve Muhsin, yeşil çimlerin arasında kurulu mütevazı yuvalarında günlerini geçirirken, üstlerinden geçen onlarca ayağın sesi onlara ninni gibi geliyordu artık.
Köksal, diğer böceklerin gıptayla baktığı parlak, kahverengi kanatlarını temizlerken Muhsin köşesinde onu izliyordu. Ağabeyinin kanatları güneşte ışıl ışıl parlarken kendininkiler donuk ve matın ötesine geçememişti hiç.
“Bak Muhsin!” dedi Köksal, kendini beğenmiş bir tavırla. “Dün gece yine o sarı çiçekten topladığım polenlerle ovdum kanatlarımı. Anne de hep söylüyor ya, bir böceğin kanatları onun gururudur.”
Muhsin içinden “Evet, anne hep söylüyor…” diye geçirdi. Annenin Köksal’a olan düşkünlüğü artık o kadar belirgindi ki, diğer böcek aileleri bile dedikodu yapıyordu aralarında.
“Anne gecikiyor” dedi Muhsin, endişeyle. “Belki de başına bir şey gelmiştir?”
Köksal alaycı bir kahkaha attı. “Sen hep böylesin işte kardeşim. Bir böcek bu kadar çelimsiz olmamalı. Bak bana, annem gelmese bile kendi yiyeceğimi bulabilirim. Ama sen… Sen hep başkalarına muhtaçsın.”
Tam o sırada anne böcek göründü uzaktan. Ağzında taze bir yaprak, kanatlarında çiçek özleri vardı. Köksal hemen atıldı:
“Anne! Benim için mi bunlar? Biliyordum özel bir şey getireceğini!”
Anne böcek gülümsedi. “Elbette canım, bak bu sabah bahçıvanın yeni diktiği menekşelerden topladım. Çok tazeler…”
Muhsin, annenin getirdiği yiyecekleri nasıl “adil” bir şekilde böldüğünü izledi yine. Köksal’a verilen yaprak parçası hem daha büyük hem daha tazeydi. Çiçek özleri de öyle… Kendisine kalan kısım ise her zamanki gibi kuru ve küçüktü.
“Köksal’ım, kanatların nasıl da parlıyor!” dedi anne böcek, oğlunun etrafında dönerek. “Tam bir şampiyon böcek oldun. Babanın kanatları da böyle parlardı…”
Muhsin babasını hiç tanımamıştı. Anne hep Köksal’ın babasına benzediğini söylerdi. Muhsin kendisinin kime benzediğini hiç öğrenememişti.
“Anne!” dedi Muhsin çekingen bir sesle. “Ben de biraz çiçek özü alabilir miyim?”
“Ah canım, özler bitti. Ama bak, yaprak parçan duruyor.”
Köksal zafer edasıyla yerken yiyeceğini, Muhsin köşesine çekildi. İçinde büyüyen öfke, her gün biraz daha besleniyordu. Tıpkı ağabeyinin kanatları gibi, onun öfkesi de parlıyordu artık.
Günler böyle geçti. Her sabah anne yeni yiyecekler getirir, her seferinde en iyi parçalar Köksal’a giderdi.
O gece, tribünlerde maç heyecanı doruk noktasındayken Muhsin her zamankinden farklı hissediyordu. Anne yeni yiyecekler aramaya gitmişti. Köksal, her zamanki gibi kendini beğenmiş tavırlarıyla kanatlarını temizliyordu.
“Biliyor musun Muhsin?” dedi Köksal, “Anne haklı. Sen hiçbir zaman benim gibi olamayacaksın. Bazıları üstün olarak doğar, bazıları da…” Cümlesini bitirmedi, sadece küçümseyici bir bakış attı kardeşine.
İşte o an, Muhsin’in içindeki son parça da koptu. Sessizce yaklaştı ağabeyine. Tek bir hareketle, yıllardır biriktirdiği tüm öfkeyi boşalttı. Köksal’ın o güzel kanatları artık uçamayacaktı.
Sabah olduğunda anne yuvaya döndü. Köksal’ın olmadığını fark ettiğinde göz ucuyla stadyumun çimlerine baktı. Sonra, hiçbir şey olmamış gibi, elindeki taze yaprağı Muhsin’e uzattı.
“Bugün sana çok güzel bir kahvaltı getirdim, canım.”
Uzaklardan homurtular yükselmeye başladı. Önce hafif, sonra giderek artan bir uğultu… Tribünler birden karıştı.
“Yazıklar olsun! Yönetim istifa! Şerefinizle oynayın!”
Muhsin, ilk kez annesi tarafından sevilmenin tadını çıkarırken stadyumu dolduran taraftarlar Uşakspor’un küme düşüşüne tanıklık ediyordu. Muhsin’in içindeki boşluk, ne annesinin sevgisiyle ne de aldığı en taze yapraklarla doluyordu. Artık o da tıpkı ağabeyi gibi parlak kanatlara sahipti, ama içindeki karanlık hiç bu kadar koyu olmamıştı. Muhsin kafasını dışarıya çıkarıp tribünleri izlemeye başladı.