
1632 yılının 24 Kasım’ında, Michael Espinoza ve onun ikinci eşi Hanna Debora’dan doğan çocuğa, Baruch adı verilecekti. Portekizcesi Bento olan Baruch ismi, kutlu insan anlamına geliyordu. Baba Espinoza, -seçtiği isimden de anlaşılacağı üzere- oğlunu bir haham olarak yetiştirmeye kararlıydı. Oysa Baruch 24 yaşına geldiğinde, yani 1656 yılında, Yahudi cemaatinden aforoz edilecekti. Aforoz metninin son paragrafında şunlar yazıyordu:
“Kimse onunla konuşmayacak, ona herhangi bir kolaylık sağlamayacak, aynı çatı altında ya da yakınında bulunmayacak ve dahası onun tarafından yazılan ya da hazırlanan hiçbir eseri okumayacaktır.”
Aradan geçen yaklaşık dört asır, Spinoza adının cemaatin yasaklı listesinden silinmesine yetmeyecekti. Peki neydi böylesi bir hiddetin -korkunun mu demeli yoksa- nedeni? Verilebilecek yanıtların ilki, Orta Çağ’ın tamamına egemen olan, -Patristik ve Skolastik Dönem- arzuların bastırılması, kahkahanın günah sayılması kavrayışının Spinoza düşüncesinde tersine çevrilmesiydi şüphesiz. Bir neşe etiği öneriyordu Spinoza!
Sağlığında yazdığı ama yayımlayamadığı kitabı Ethica’da (2011), ‘titillatio’ kavramıyla açıklayacaktı felsefesini. ‘Titillatio’, bedenin ve zihnin aynı anda mutlu olması anlamına geliyordu.
Çiğdem Dürüşken, bu kavramı Türkçe’ye ‘gıdıklanma’ olarak çeviriyor. Bilhassa çocukları düşündüğümde, son derece yerinde bir çeviri olarak geliyor bana gıdıklanma. Böylesi bütünlüklü bir mutluluğun en iyi örneğinin çocuklar olacağını sanıyorum. Annesi/babası tarafından gıdıklanan bir çocuk, bedeninde gıdıklanmanın getirdiği coşkunluğu duyarken annesinin/babasının kendisiyle ilgilendiği düşüncesiyle de mutlu olur. Bedenle zihnin uyumluluğunda ortaya çıkan sevinç duygulanımı!
Varoluşçu felsefenin kurucu filozoflarından kabul edilen, 19. yüzyıl düşünürü Søren Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana (2000) kitabında, Spinozacı bir öykü anlatır:

Yaşamdaki en yüksek mutluluğun, kahkaha ile yoldaşlık hâlinde geçen bir ömür olması düşüncesi, neresinden bakılırsa bakılsın Spinozacı bir düşüncedir. Spinoza, duyguları ikiye ayırır: neşe ve keder. Sayabileceğimiz onlarca duygu, yalnızca bu iki duygunun türevleridir filozofa göre. Hakikati duyumsamak ise neşeyi büyütmekle mümkündür. Şöyle de formüle edebiliriz, filozofun şematik zihnine atıf yaparak: Neşe, eyleme kudretimizi/kuvvetimizi artıran karşılaşmalar ile mümkündür. Tersi olarak konumlanan keder ise eyleme kuvvetini azaltan karşılaşmalarla! Şu hâlde Spinoza’nın, yaşamdaki karşılaşmalara büyük önem verdiğini söyleyebiliriz. Ancak uyaralım! Böylesi bir kavrayış, modern dünyanın “hayatından sorunlu insanları çıkar” şeklinde sloganlaşan düşüncesinden tamamen farklıdır. Kendini var eden, yaşama kuvvetlerini aktifleştiren, sevinç duygulanımını artıran karşılaşmalar inşa etmektir kastedilen! Before Sunrise (1995) filminde, Jesse ve Celine’in tren yolculuğunda karşılaşmaları örneğin. Ölü Ozanlar Derneği’nde (1989), öğrencilerin John Keating ile karşılaşmaları gibi veya. Ya da yaşamın içinde onlarcasına rast gelebileceğimiz kesişmeler, uzlaşmalar, karşılaşmalar gibi! Daha basit bir anlatıma ihtiyaç varsa, yine çocuklara dönebiliriz.

Henüz iki yaşlarında, mama sandalyesinde oturan çocuk, önüne konulan kaşığı, tabağı yere çalma, fırlatıp atma eğilimi gösterir. Psikolojik düzeyde, kendi varlığını kanıtlama, gücünü gösterme, yaşama etki etme davranışı olarak görülebilir bu tutum. Çocuğun tavrı, -sanılanın aksine- çocukluk yaşantıları geride kalıp yetişkinliğe adım attığında sona ermez. Kimi kitaplar yazarak, kimi ilişkiler kurarak, kimi tapu senetleriyle sürdürür kendi kuvvetini, kendi yankısını duyma/görme çabasını. Yaşam boyu devam eden, sürgit bir etkinliktir bu!
İşte buna ‘conatus’ diyor Spinoza. Yalnızca insan değil, doğadaki tüm varoluşlar, verili olarak, doğası gereği yaşamda kalma güdüsüyle doludur. Güney’de falezlerde, sarp yamaçta tek başına biten bir ağaç görürsünüz. Oltanın ucuna yakalanmış balığın, denize dönme çabasını. Birinin boğazı sıkıldığında, -intihar düşüncesinde olsa dahi- nefes alma gayretini. ‘Conatus’, tüm varoluşların yaşamda kalma kudretidir. Bu kudretse ancak sevinç duygusuyla -haz yoluyla- yalnızca bedeni değil, zihni de tatmin eden neşeli karşılaşmalarla artabilir. Ya da en Spinozacı ifadeye başvurarak söylersek, gıdıklanmayla!