Yeliz Akıncılar’ın ilk öykü kitabı Her Şeyden Biraz Her Şeyden Başka; ancak öykülerin ilk kitabını yayımlamış bir yazardan ziyade dili oturmuş, tecrübeli bir yazarın elinden çıkmış olduğunu düşünüyorsunuz. Zengin öykü dilinin yanı sıra öykülerin her biri evren kurma noktasında da çok başarılı. Özellikle “Hangi Ara” öyküsünü, kadın duyarlılığını kısa, yalın ama çok çarpıcı bir biçimde dile getirişinden ötürü çok sevdiğimi belirtmeliyim. Aslında bu durum kitaptaki on iki öykünün tamamı için de geçerli: Söyleyeceği şeyi uzatmadan, kısa ve vurucu bir biçimde anlatmak. Detayları yoğun ve işlenmiş bir dilin içerisinde vermek… Kitaptaki öykülerden bir kısmı daha önce Notos, Oggito, Edebiyat Haber, Şahsiyet, Lento gibi çeşitli mecralarda yayımlanmış, bazıları ise ilk kez kitapla birlikte okuyucu karşısına çıkıyor. Yeliz Akıncılar ile kitaptaki öyküleri ve öykücülüğü üzerine keyifli bir sohbette buluştuk.
Kitaptaki öykülerde çok farklı hayatların; köylüden şehirliye, askerden ev hanımına çok farklı sosyolojik kesimlerin yaşantılarını görüyoruz. Belki bu açıdan da kitap adıyla müsemma: Her Şeyden Biraz Her Şeyden Başka. Bu başkalık ve çeşitlilik, başarılı ve uzun bir gözlemin sonucunda ortaya çıkmış olmalı. Konu ve kişi yelpazenizin genişliğini nasıl sağladınız? Mesleğinizin bu bağlamda katkısı oldu mu?
Başkalıkların bir araya gelebilmesinin birçok nedeni var. Üzerinde yaşadığımız coğrafya aslında bir başkalıklar sentezi değil mi? Benim hayatıma olan ilave etkisi ise belki de tam bir Anadolulu olma halimdir. Baba tarafından Güneydoğu Anadolu coğrafyasına ve Mezopotamya kültürüne aitim. Annemin atalarıysa Balkanlar’dan geliyor ve Makedon kültürünün de çocukluk, ilk gençlik, yetişkinlik boyunca etkisi büyüktür. Sadece bu, insanı başlı başına başkalıkların içinde bırakıyor. Diğerlerinin hikâyesine isteseniz de gözünüzü kapatamıyorsunuz. Buna ek olarak mesleğimin de birçok yaşama yakından bakma olanağı sağladığı için önemli katkıları var.
İnsan manzaralarındaki geniş perspektifinizi dil kullanımında da görüyoruz. Erkek, kadın, ergen, köylü, şehirli, anne, temizlikçi, çocuk… gibi pek çok insanın kendi konuşma tonunu başarılı bir şekilde yakalıyorsunuz. Hem yaşayan, güncel ifadeler hem de yerel ağızdan birçok deyim ve atasözleri, doğal bir akış içerisinde öykülerde yer buluyor. Bir öykü yazarı olarak dil ile olan bağınızı nasıl güçlü tutuyorsunuz? Bu bağın geliştirilmesi için neler tavsiye ediyorsunuz?
Dille bağları güçlü tutmanın yolu ustaları okumak bence. Yazma serüveni beni iyi bir yazar yaptı mı, yapacak mı? Bu sorunun yanıtını, yazma yolculuğundaki farklı yorumlarla, geri bildirimlerle alıyorum, almaya da devam edeceğim gibi görünüyor. Ama iyi bir okur olduğumu söyleyebilirim, bunun haklı gururu yolculuktan edindiğim asıl armağan. Anadolu edebiyatından dünya edebiyatına, klasiklerden günümüz edebiyatına, Kuzey Avrupa’dan Amerika’ya, bu geniş skalada öyle eşsiz bir dil zenginliği var ki. İnsan sadece bir hayatı yaşar ve yaşam boyunca o hayata alabildiği kadar coğrafyanın, insanın diline tanıklık edebilir. Oysa ustaları okumakla, bambaşka coğrafyalardan, birbirine benzemez yaşamların kapısından girebilir, o yaşamlara tanıklık edebilirsiniz. Okumadan bitirdiğim gün, sadece kendi sınırlı hayatımın tanıklığı ile son bulduğu için vicdan azabıdır diyebilirim.
Çocukluğunuz ve gençliğinizin farklı şehirlerde geçmiş olması yazar yönünüzü besledi mi? Anılarınızı her zaman kayda alır mıydınız?
Daha önce de belirttiğim gibi Anadolu zaten bir başkalıklar buluşması. Her şehir bir başka kültür, yaşayış ve kazanım. Bir yarımla Güneydoğu Anadolu coğrafyasına, bir yanımla Trakya’ya aitim. Çocukluğum ilk yarısı Doğu Anadolu’nun yoksunluğunu yakından görerek, diğer yarısı Akdeniz’in ışıl ışıl sokaklarında geçti. İlk gençliğim üniversite öğrenimim nedeniyle Ege’nin daha Batılı anlayışında kendini buldu, yetişkinliğim İstanbul gerçeğini yaşadı. Hayata başka hassasiyetlerle bakan, yazmak derdinde olan insanın bundan beslenmemesi mümkün değil. Günlük tutma alışkanlığım olduğunu söyleyebilirim. Bu, hayatımın her anını nokta virgül yazmak şeklinde bir alışkanlık değil. Çantamda küçük defterim olur her zaman. Önüme düşen meselelerden damıtılmış bir iki cümle eklemek adına. Her akşam değilse de haftada bir iki kez kendimle kaldığımda önüme çektiğim bir de büyük defterim var; izlenimlerimi, notlarımı kayda geçmek üzere.
Bir fikri öyküleştirme konusunda özel yöntemleriniz var mı?
Öyküleştirme teknikleri konusunda birçok şey söyleniyor günümüzde. Yaratıcı yazarlık, kısa öykücülük modern insanın biraz kendini sağaltmak, biraz yaşamına anlam vermek üzere ilgi duyduğu bir konu haline geldi. Hatta bazen popüler kültürün bir parçası olmasından da endişe ediyorum; popüler kültüre dâhil olan her şeyden saklanmayı, sakınmayı tercih ediyorum. Öyküleştirme tekniklerine daha yakından bakabilmek adına birçok ustanın tedrisatından geçtim. Sevgili Semih Gümüş Hoca’mın Notos Atölye’sinde uzun süre çalıştım. Buna ek olarak Murat Yalçın, Faruk Duman, Fuat Sevimay, Murathan Mungan, çalışmalarını yakından izlediğim öykü ustaları. Son üç yıldır Antalya’da yaşıyorum ve burada uzun süredir RUD Atölye’de sevgili Ruteba Doğan ile çalışıyorum, benim için muhteşem bir buluşma oldu. Kendi yazın tekniğimi bu noktada yakaladım diyebilirim. Yazma yolculuğu bu isimlerle sınırlı değil tabii. Tüm bu ekoller sayesinde hayatıma giren okumalar, incelemeler, ustalar kendi kalemime olan yolculuğuma yön verdi ve yolculuk sürüyor. Teknik olarak, daima anlatan, yığma tanrısal bir anlatıcı değil, hikâyeyi bir film sahnesi gibi gösteren bir anlatıcı tekniği ile yazmaya gayret ediyorum. Bu nedenle de karakterleri, mekânı ve hatta zamanı da en az mekân kadar görünür kılmayı önemsiyorum. Bu nedenle betimlemeler üzerine çalıştığımı söyleyebilirim. Diyalog örüntülerinden, gerektiği kadar yardım almaya çalışıyorum. Açık göstergeleri değil de kendisini yarı aralık kapılardan, belki biraz sis ardından gösteren serimleri seviyorum. Okura her şeyi vermek yerine, okurken muğlak bir arayıştan geçmesini, sezgisel beklentiler yaşamasını istiyorum sanırım. Genelde öyküleri kesin bir sona bağlamak yerine okurun kendine göre tamamlayacağı bir sonda bırakmaya çalışıyorum. Her okur kendi gerçekliği üzerinden tamamlasın kurmacayı.
Öykülerinizde uzun uzadıya bir anlatımdan ziyade kısa ve vurucu bir söyleyiş hâkim. Öykünün şiire yakınlığı malum, sizin için de bu durum bir hayli geçerli. Öykü dışında bir tür, örneğin şiir yazma denemeniz oldu mu? Öykü özelinde konuşacak olursak, sizi bu türde çeken şeyler neler?
Şiiri çok seviyorum. Bana göre edebiyatın en zor alanı. Kendime göre şiir denemelerim var, ama kalemimi öyküde buluyorum. Beni öyküye yakın kılan, her öykünün hayattan birer kesit olması. Çok değerli bir şair, aynı zamanda öykücü, gazeteci olan sevgili Roni Margulies bir söyleşisinde; yazmak ayakkabının vurduğu yeri anlatmaktır demiş. Gerçeğimiz, acımız oradadır. Olan biteni, ötekinin halini, yoksunluğumuzu, insanın bir diğerine olan gereksinimini anlamamız, birbirimizin gerçeğine ve acısına yakından bakabilmemiz için meselenin ille de tamamını bilmeye ihtiyacımız yok çoğu zaman.
Her Şeyden Biraz Her Şeyden Başka yalnızca sizin eserlerinizi içeren, size ait ilk kitap. Ancak öncesinde de “Bağbozumu” isimli bir öykü seçkisinde size ait öyküler yer almıştı. Biraz bu projeden söz edebilir misiniz?
2015 senesinde Notos Atölye ve Sevgili Semih Gümüş ile tanıştım. Uzunca yıllara yayılan ve benim için oldukça kıymetli bir eğitim süreci oldu. Kendilerine kalemşörlerim dediğim çok kıymetli dostlar edindim. Birlikte ürettik, birbirimizden öğrendik. Bağbozumu süreç boyunca yazdığımız öykülerden oluşan bir seçki. Bizim için özel bir proje.
Kitapta daha önce Notos, Oggito, Edebiyat Haber, Şahsiyet, Lento gibi mecralarda yayımlanmış öyküleriniz de yer alıyor. Bu bağlamda günümüzde dergiciliğin yazarlara alan açtığını düşünüyor musunuz? Öykülerinizi kitaplaştırma konusunda, farklı yerlerde yazmış olmak size cesaret verdi mi?
Dergiciliğin yazın dünyasının nabzını tuttuğuna inanıyorum. Niyeti yazmak olan insanların öykülerinin dergiler tarafından yayınlanabilir bulunması, yeni yazarların niyetlerine giden yolda aldıkları mesafenin göstergesidir. Bu türden rüştünü ispat etmiş, yazın dünyasının nabzını tutan dergilerde yayınlanan her öykü, yolculuğun oraya kadarki kısmına dair bir onamadır. Yeni yazarın öykücülüğünün niteliği adına önemli bir göstergedir ve yazarı yeni adımlar için cesaretlendirebilir. Ben de öykülerimi kitaplaştırma kararına giden yolda, dergilerde yayınlanmış öykülerimden duyduğum cesareti ardıma aldım. Ayrıca dergicilik hem bizim coğrafyamıza hem dünya edebiyatına ait ustaların yazın geçmişine dair bilgiyi, yeni yazınsal ürünlere ilişkin haberciliği de okura taşır. Nitelik araştırması yapar. Yazın dünyasını klasikten günümüze görünür kılmada dergiciliğin önemli bir misyonu ve işlevi vardır. Bu anlamda dergiciliğin hem yeni yazarlara hem de okura ciddi kapılar açtığına inanıyorum. Dergicilik edebiyatın belleğidir.
Lento özelinde devam etmek istiyorum: Yara isimli öykünüz, Mayıs 2021’de Lento Dergi’de yayımlanmıştı. Lento ile tanışmanız nasıl oldu ve dergi ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Lento ile tanışıklığım kuruluş hikâyesine dayanır. Kurucusu Sayın Dağhan Dönmez’in ve DDI Akademi’nin edebiyat, felsefe, sinema üzerine birçok atölyesine katıldım. Bu türden çalışmalar, yazmayı dert edinmiş insanı gerçekten çok besler. Edebî eserlere dair anlatı analizleri, sinema analizleri öyküleştirme tekniklerine ilişkin denenmiş ve başarıya ulaşmış modelleri görmemizi anlamamızı ve günün sonunda eseri de başka yorumlamamızı sağlar. Özetle okuma ve izleme ezberlerimizi bozar. Ezberi bozulan insan yazabilir. Bu atölyeler sebebiyle tanıdığım DDI Akademi’nin kıymetli bir girişimi olan Lento’nun doğumuna ve başarılı yolculuğuna tanıklık etme fırsatı buldum ve elbette okuru olmaktan kendimi alamadım. Yolunun açık olmasını, bu yolculuğun bir parçası olabilmeyi dilerim.