Yönetmen ve senarist Aki Kaurismäki’nin 2023 Cannes Jüri Ödülü’nü kazanmış on dokuzuncu filmi Sararmış Yapraklar, 2024 yılının başında Mubi’de gösterime girdi. Kaurismäki filmlerinin beni etkileyen en büyük özelliği değişik mizahi anlayışla harmanladığı minimalist olay örgüsüdür. Fazladan konuşma, uyumsuz melodiler, gereksiz eşyalar, can alıcı ışıl ışıl renkler yoktur Kaurismäki’nin filmlerinde. Her sahne tek başına başyapıttır. Hemen hemen her filminde olduğu gibi Sararmış Yapraklar ’da da absürt ortamlara yer verilirken ironi eksik olmaz. Bu, zamansız diyalog ya da kadrajı aniden kaplayan eşya olabilir. Yönetmenin bu özelliği kendisini diğerlerinden ayrıştırırken benim gibi sıkı takipçilerini sonraki filmini heyecanla bekletir.
Kaurismäki kısaca kendi filmini şöyle tanımlıyor: “Sevgi, dayanışma, umut ve başkalarına, doğaya, canlı ya da cansız her şeye saygı arayışı üzerine bir hikâye.” Tabii bunları filmde bize izlettirirken yukarıda belirttiğim Nordik mizah anlayışı filmi daha büyülü kılıyor.
Sararmış Yapraklar, iki yalnız bireyin aşk hikâyesini konu alsa da işgücü teması filmin önemli yapıtaşlarından birini oluşturuyor. Daha ilk sekansta kasadan geçen et ve et ürünlerini ardından süpermarketin genelini görürüz. Protagonistlerden Ansa, bu süpermarkette ürünlerin son kullanma tarihi kontrolörü olarak çalışır. Fakat rahatsız edici şekilde, Ansa’yı, gözünü kırpmadan bir görevli izlemektedir. İlerleyen sekanslarda Ansa tüketim tarihi geçmiş ürünlerden birini imha etmek yerine eve götürecekken görevlinin ihbarı sonrası hırsızlıkla suçlanıp işten çıkartılır. Bu sahneyle işveren-işçi ilişkisi ve bunun toplum, özellikle işçi kesimine etkisinin ne derece önemle vurgulanacağının sinyalini veriyor Kaurismäki. Burada kısa dip not düşmemiz gerekiyor. İşçi kesimi demek yerine proletarya ya da proleter kelimelerinin kullanımı daha uygun olabilir. Çünkü Kaurismäki’nin Proletarya Üçlemesi olarak adlandırılan üç filmi bulunuyor: Cennetteki Gölgeler, Ariel ve Kibritçi Kız. Sararmış Yapraklar’ın vizyona girmesiyle artık Proletarya Dörtlemesi deniyor. Kim bilir, üçleme bozulduysa belki de yenileri eklenecektir.
Filme geri dönecek olursak Ansa’nın neden tarihi geçmiş ürünü eve götürmek istediğini ya da verilen düşük ücretleri sorgulamaz işvereni. Hatta atılacak üründen bile daha değerli değildir işgücündeki bireyin kendisi. Bu noktada Ansa’nın tek savunucusu iki kadın arkadaşıdır. Kovulmasına engel olamadıkları gibi çağımızda zor görebileceğimiz dayanışma sergileyip onlar da itiraflarla işlerini bırakırlar. Ansa’nın sonraki işi barda bulaşık yıkayıcılığıdır. Burada patronunun yasadışı işten tutuklanmasıyla yine işsiz kalır.
Diğer protagonist olan Hoppala’nın iş hayatı daha da karanlık. Tabii bunda kendi alışkanlıklarının etkisi yadsınamayacak derecede büyük. Sanayi işçisi olarak çalıştığı şirkette sigara içilmez tabelası altında sigara içerken ya da alet dolabına sakladığı alkol şişesinden yudumladığını görürüz. Kısaca kurallara uymaz, alkol tüketiminden vazgeçmez ta ki Ansa’nın evinde, akşam yemeği sonrası alkol tartışmalarına kadar. Hoppala’nın işverini de tıpkı Ansa’nınkiler gibi katıdır. “Dört dakika. Bu hafta üçüncü kez geç kaldın,” diye uyarır bir sekansta Hoppala’yı. Hoppala’nın açığını arar lakin diğer taraftan ekipman değişikliği uyarısına kulaklarını tıkar. Hoppala bozuk alet yüzünden iş kazası sonucu yaralanır ve yapılan alkol testi sonucunda haklıyken haksız konumuna düşer, işine son verilir. Artık ne yatacak yatağı, yatak diyorum çünkü bir konteynırda dört kişi aynı odayı paylaşırlar, ne de işi vardır.
Tüm bu olayların arasında ikiliyi ilk defa Helsinki’de barda aynı karede görürüz. Bakışırlar ama tanışmazlar. Diğer sahnede Hoppala otobüs durağında sızmış, birkaç kişi tarafından soyulacakken ki soyulacak değerli bir eşyası veya parası yoktur, Ansa otobüsünü beklerken karşılaşırlar. Tabii Hoppala kendinde değildir. Ansa arkasını dönüp otobüsüne biner, aklı adamda. Burada Hoppala’yı yardıma muhtaç insan gibi görür ama sonuçta tanımıyordur, elinden daha fazlası gelmez. Üçüncü ve nihayetinde konuştukları an, Ansa’yla patronunun tutuklanma sürecini sokakta izlerlerken gerçekleşir. Ansa işsiz olduğunu Hoppala’ya söyler ve adam bunu fırsata çevirip onu kafeye davet eder. Kısa diyaloglar halinde geçen sohbet sonrası The Deads Don’t Die (Ölüler Ölmez) adlı absürd zombi komedisini izlerler. Akşamına Ansa telefonunu kağıda yazsa da kader bu ya Hoppala kağıdı kaybeder. Günlerce her ikisi de umut içinde birbirlerini gördükleri mekanları dolaşırlar. Kaurismäki bu süreçte bizde tebessüm bırakan repliklere yer verir. Hoppala barda arkadaşıyla oturmuş içerken “Neredeyse evlenecektik. Ama telefonunu kaybettim.” der. Halbuki daha birbirlerinin isimlerini bile bilmiyorlardır. Peki sonra ne mi olur? Bunun için bence filmi izlemeniz gerekiyor.
Yazımı bitirmeden birkaç önemli noktaya daha değinmek istiyorum. Film neredeyse sessiz geçer, replikler kısa ve sonuç odaklıdır. 2024’te vizyona girmesine rağmen kıyafetler, kullanılan soluk renkler, düğmeli radyo gibi detaylar ile film, 80’ler havasında geçer. Seçilen mekânlar ve ortamlar da ilginçtir. Çokça sekansta karşımıza çıkan bar ortamında insanlar sosyalleşmez, konuşmaz, gülümsemez. İfadesizce içer, karşıya bakarlar. Kısaca ağaçtan kopmuş yapraklar gibidirler. Birkaç sekansta Ansa haricinde genelde tüm bireyler bu ifadesizliği korur. Kaurismäki, öfke patlaması, şaşırma, sevinme gibi her türlü duygudan arındırarak çektiği filmde, duyguların seyirciye geçişini oyuncuların hareketleri ve çokça kullanılan müzikler üzerinden sağlar. Öyle ki Ansa’nın tüm fakirliğine rağmen (bir sekansta tüm fişleri çektikten sonra elektriği bile ana şalterden kapatır) evsiz bir köpeği sahiplenir. Köpeğin bakışları, hareketleri bile duygu yüklüdür.
Kaurismäki, günümüz dünyasının zorluklarını bize sıradan diyaloglar ve bireylerle film boyunca yaşatırken savaşlara kulaklarını tıkamaz. Zaman zaman radyodan duyulan Ukrayna-Rusya Savaşı ve hatta Suriye’de yaşananlar Kaurismäki’nin, nerede olursak olalım sanatçı olarak bunlara sessiz kalamayız, mesajını barındırır.
Eğer yıkılmış hayallerinin molozlarında, sömürücü düzen ve hayatın diğer bariyerlerine karşı şansız bireyler olsalar da umudun kırıntılarına bile sarılmaktan geri durmayan Ansa ve Hoppala’nın hikâyesini merak ediyorsanız, Kaurismäki’nin ustaca kaleme aldığı ve yönettiği Sararmış Yapraklar’a bir şans verin.
Çok beğenerek izledigim insanın iç dünyasına derinlemesine bir yolculuk sunan ‘Sararmış Yapraklar’ filmini bir de Elçin Çakmak’in yorumuyla okumak çok keyif vericiydi. Ozellikle filmin bu kadar basit görünüp duygusal yoğunluğunun bu kadar vurucu olması üzerinde durulması gereken bir mesele diye düşünüyorum. Yazarımız bunun üzerinde de önemle durmuş. Kalemin dert görmesin Elçin Çakmak.