Yeni biçilen çimlerin kokusunu havaya karıştıran buğu, ağaçların taze sürgünlerinden yeniden hayata merhaba diyen tomurcuklar ve genç yaprakların arasından yol yol ışıklı izler bırakan güneş. Sabah dedikodularına çoktan başlamış serçeler. Uzaktan yankılanarak gelen tren düdüğünden başka sadece doğanın kokusu ve sesinin hâkim olduğu sabahın tazeliği. Dağların yemyeşil tepeleri mavi gökyüzü ile birleşmiş. Eteklerine, hiçbir ritmi, rengi, düzeni olmayan gelişigüzel inşa edilmiş evleri örtmek isteyen bir sis tabakası hâkim. Toprak ısınıyor, güneş parıldıyor, sis tabakası arada kalmış bir an önce dağılıp gitmenin telaşında. İnsansız hava sahası ne kadar da muhteşem. Sadece şu birkaç metrekareye düşen ahenk içindeki envai çeşit sesler, zihnimin can suları. Düşünmemek için meşgul olmak tuzağına düştüğüm yeni bir sabah daha. Birazdan susacaklar, saklanacaklar tıpkı benim gibi. Az sonra neler olacağını bildiğimden engel olamadığım içimdeki karmaşa huzursuzluğumu arttırıyor. Son birkaç yıldır buranın da tadı tuzu kalmadı. Burayı da keşfettiler. Gitme vaktinin geldiğini hissediyorum. Önce arabaların korna sesleri, motor gürültüleri susturacak cıvıltıları. Sonra egzoz kokuları yutacak sabahın tazeliğini, umursamaz ve bencil insanlar dökülecek sokaklara. Zihin albümümdeki o fotoğraflara bam telime tünemiş bir türlü susturamadığım sesler eşlik edecek yine yeniden.
Erkenci evlerden gelen çatal bıçak seslerine bir türlü erimeyen şekerlerin karıştırıldığı çay bardaklarının şıkırtısı karışacak. Kahvaltı etmek istemeyen çocuk mızmızlanırken anne azarlayacak baba söylenecek. Kızarmış ekmek ve sucuk kokularına kayıtsız kalamayan mahallenin kedileri birer ikişer aynı hedefe uygun adım yürüyecekler. Yarım bırakılmış satranç tahtasının üzerindeki piyonlar gibi gelişigüzel dizilecekler sokağa. Kadın, çocuğun mızmızlanmasının hırsını “Pissstttt!” diye tıslayarak kedilerden çıkaracak. Pissstttt sesini üzerlerine alınmayan kediler yerinden kımıldamayınca “Arsız bunlar arsız!” diye söylenecek hatta bir sürahi su atacak üstlerine. Kediler hedef alanından uzaklaşıp biraz daha ötede aynı düzensizlikte sıralanacaklar. Bir arı vızıldayarak kahvaltı masasının üzerinde pike yaparken çocuk korkup ağlayacak sütü devirecek, adam gazetesini kıvırıp hırsla arıya saldıracak. Çilek reçelinin tadı damağında, kaçacak arı çaresiz. Sonra birkaç kara sinek ailece misafir olacaklar kahvaltı masasına. Kadın söylenecek, adam söylenecek, çocuk mızmızlanacak. Keyfini süremedikleri kahvaltının hengamesine birkaç neşeli çocuk sesi karışacak. Geliyorlar. Gitgide yaklaşan meşin topun kulak tırmalayan sesi ile ağlamasını anında kesen çocuk tabağındaki lokmaları tıkıştıracak ağzına.
Oysa ne kadar basit, sıradan bir gündü. Hayatla alıp veremediği olmayan sıradan bir yaşantıydı bizimki. Çaresizim. Bu çaresizliğimi umutla yenmeyi ne kadar çok isterdim. Fakat neyi umut edebilirim ki? Ne yaparsam yapayım susmayan zihnim, her sabah geçmişi çıkartıp koyuyor önüme. Tıpkı fotoğraf albümüne tekrar tekrar bakmak gibi bir şey bu. Kenarları tırtıklı kalın kartonlara tabedilmiş soluk sarı fotoğraflar kadar eski, cep telefonunun kamerasındaki renkli görüntüler kadar yeni. Olmuş bitmiş, gitmiş, yaşanmış ve özellikle kötü hatıralar bırakmış yaşanmışlıkları seriyor durmadan önüme. Ne garip hâlâ aynı hislerle, aynı suçluluk duygusu, aynı küskünlük ve umutsuzlukla seyretmek geçmişi. Göğsünde bir katılıkla yaşanması gerekiyor hissiyatını kanıksayarak her seferinde yeni bir güne daha başlayabilmek. Duygularda en ufacık bir soğuma, zamana yenik düşme diye bir şey olmaması ne tuhaf. Sorusu olmayan bir yanıtı aramak. Duymak ya da görmek ya da hissetmek o yanıtı, idrak edebilmek, peki öyleyse madem, diyebilmek mümkün mü? Aslında aradığım yanıt zihin albümümde mi gizli? Hangi cevap tatmin ederdi ki beni yada nasıl bir cevap ? Ne duymak istiyordum ki ? İstediğim cevabı veremedikleri için mi kaçıp duruyordum? Gerçek cevap ne ya da benim duymak istediğim ne?
Bütün motorlu araçlardan ,tekerlekli olan her şeyden nefret ederken dört tekerleği olan bir koltuğa mahkum olmak. Öfke değil bu. Bu, başka bir şey. Sanki suçluluk sığınağında yaşamak, yeryüzüne çıkmaktan korkmak gibi bir şey. Kaçırdığım, aciz kaldığım, yapamadığım, yetişemediğim sanki bir şeyleri düzeltebilir geri sarabilir miyim diye o anı tekrar tekrar yeniden yaşamak. Acı ile acıma ile hayata tutunmak.
Sessizce ağır ağır duvar dibinden kimseye fark ettirmeden gelen Pamuk, karnında taşıdığı yavruları için gözlerini dikerek bakacak balkonun dibinden. Ya nasip ya kısmet diyerek cesur yürekten cılız bir “maaww” sesi yükselecek. Diğerleri gibi hızlı hareket edememesine rağmen her türlü tehlikeyi göze alarak yavruları için karnını doyurmak zorunda. Mert, bir an önce dışarı çıkabilmenin heyecanı ile tabağında ne varsa sallayacak balkondan aşağıya gözü annesinde olduğu halde. Anne fark etmemiş gibi yapacak, baba göz kırparak onaylayacak Mert’i. Pamuk bu sefer olabildiğince atik, peynirleri ağzının içine salamı dışarı sarkmış koca bir dil gibi dişlerinin arasına sıkıştırarak bulabildiği en tenha köşeye sinecek. Mahallenin çetesinin görmemesi lazım. Acele acele başını öne arkaya sallayarak öğütmeye çalışacak. Çocuk kapıdan fırlayacak, arkadaşları ile gürültülü, gitgide yükselen bağrışmalarla çift kale maç yapmaya başlayacaklar. Adam, işe gitmek üzere çıktığı evden takım elbisesine aldırmadan birkaç artistik vuruş sergileyecek. “Arabalara dikkat edin!” diye seslenecek çocuklara kravatını düzeltirken. “Mahalle arasıymış, çocuklar varmış artık kimsenin umurunda değil.” diye söylenecek. Duvar dibinden sokağın karşısına geçmeye çalışan Pamuk, süratle gelen bir araba, arabanın kediye çarpmamak için savrulması, adamın Mert’e doğru hamlesi, kulakları sağır eden bir fren sesi.
Her yeni gün zihin albümümün son fotoğrafı ile doğuyor. Mert, beş yıldır yedi yaşında. Ben, beş yıldır dört tekerlekli koltuğumda arafta.