Perfect Days Üzerine

Spoiler içeriyor

*

 Wim Wenders’in Hirayama isimli bir adamı anlattığı Perfect Days filmini son sahnesi üzerinden düşünelim istiyorum. Walter Benjamin, hayatları yazıya dönüşmüş insanların metinleri ancak sondan başlayarak okuyabileceklerini ileri sürüyor: “Kendileriyle karşılaşabilecekleri tek yol budur, hayatı da ancak bu şekilde -bugünden kaçarak- anlayabilirler.”[1] Kendime hayatı, yazıya dönüşmüş insan payesi atfetmiyorum. Aslında filmin kahramanı Hirayama’da böyle bir yönelimin mevcut olduğunu iddia etmek istiyorum. Nitekim yaklaşık iki saat süren film boyunca, ancak sonlarda konuşmaya başlıyor Hirayama. Elbette filmin önceki sahnelerinde, yaptığı işe gösterdiği özenle, öğle yemeğini yediği parktaki ağaca gösterdiği dikkatte, o ağacı sadece mekânsal olarak değil, zamansal olarak da takip etmesinde konuşmadan ileri sürdüğü sözler var. Dikkati kısa videolarla dağılmış seyircilerin dikkatini bu neredeyse sessiz filme toplayan da bu sözler oluyor. Filmin sonundaysa, bütün bu sessizlik bir anlam kazanıyor.

 Son sahnede Hirayama, aralarında bir gönül ilişkisi olduğunu sezdiğimiz kadını, bir adamla kucaklaşırken görüyor ve oradan uzaklaşıyor. Üç bira ve bir paket sigarayla deniz kenarına gidiyor. Daha sonra kadının kucaklaştığı adam geliyor. Kanser olduğunu söylüyor. Kadın da eski karısıymış. Yedi yıldır görmemiş, bir görmek istemiş. Denize bakarlarken adam, birbiri üzerine düşen gölgelerin daha karanlık gölgeler ortaya çıkarıp çıkarmadığını merak ettiğini söylüyor: “Hala bilmediğim o kadar şey var ki! Hayat böyle son buluyor. Sanırım…” diyor. Hirayama cevabı öğrenmek üzere onu ışığa çekiyor ve gölgeleri üst üste binecek şekilde duruyorlar. Daha koyu olup olmadığından emin olamıyorlar. Ve Hirayama şöyle diyor: “Sonunda hiçbir şey değişmiyor mu? Bu saçmalık.” Sonra Hirayama’nın teklifi üzerine gölge yakalamaca oynuyorlar. Ertesi gün Nina Simone’un Feeling Good’unu dinleyerek işe giden Hirayama’nın gözlerinden hem sevinci hem hüznü okuyoruz. Bir yandan gülümserken bir yandan gözleri doluyor ve film bitiyor.

 Yalnız yaşayan, Lou Reed, Patti Smith, The Animals dinleyen, akşamlarını kitap okuyarak geçiren, öğle yemeklerinde izlediği ağacı fotoğraflayan ve fotoğraflardan bir koleksiyon oluşturan Hirayama’nın zengin bir içsel yaşamı olduğunu görüyoruz. Filme dair incelemeler genellikle filmde bir rutinin sergilenmesine dikkat çekmiş. Ama bana öyle geliyor ki bu rutin esasında bu içsel yaşamı korumak ve sürdürmek için benimsenen bir tavır, ikincil önemde bir şey. Hayatı dışarıda yaşamak ile içeride yaşamak neredeyse her zaman uzlaşmaz şeyler. Zengin bir düşünce yaşamına sahip olan insanların, derinlikli edebiyatçıların, şairlerin, aile veya arkadaşlık ilişkilerinden gönüllü bir şekilde geri çekildiği pek çok örnek var. Bu, onların sosyallikleriyle veya toplum dışı olmalarıyla ilgili bir iddia değil. Demek istediğim, içsel yaşamla daha çok meşgul olan insanlar, dışsal ilişkilerini de bu içsel merkez ekseninde kurarlar. Bazıları bu koordinatlar içerisine sosyalliği dahil edebilir, böyleleri de sayıca az değildir. Burada özgün veya sıra dışı bir iddia olmadığı hemen fark edilecektir.

 Eserlerimizle nam salmamış olsak da bizler de içsel yaşam ile dışsal yaşamlarımız arasında bir gerilimi deneyimleriz. Kendimizi içerinin derinliklerine kaptırdıkça dışarıdan kopar, yalnızlaşırız. Kalabalıklaştıkça da kendimizden koparız. Ama insan bir yanıyla içeriyi deneyimlemeye açlık duyarken bir yandan da bu deneyimlerin dışsal bir yankısı olmasını arzular. Bizim için bir anlam ifade eden şeylerdeki o anlamları başkaları için de anlamlı kılmak isteriz. Aslında bu istek o kadar da dolaysız bir şey değildir. Zaten bu yüzden içeriye ne kadar kulak verirsek bunları dışarıya söz etmekte o kadar zorlanırız.

 Nihayetinde yaşamımızda içeriyi veya dışarıyı kerteriz almamız fark etmeksizin günler geçer, gençlik biter. Ölümü ve hayatımızı anlamlı bir şekilde yaşayıp yaşamadığımızı düşündüğümüz günler gelir. Bir sürü şeyden haberimiz bile olmadan öleceğimiz kesindir. İşte film bu noktada karşımıza oyun oynamayı çıkarır. Burada oyun, hiçbir şeyin önemi olmadığı düşüncesiyle hareket edip zaman öldürmek, kendini salt dışarıya bırakmak değildir. Tam tersine burada oyun, içeri ile dışarı arasındaki sınırların geçirgenleşmesidir: Hayatımızı ne kadar anlamlı yaşarsak yaşayalım, ölüm bizi salt bir yalnızlıkla karşı karşıya getirir. Sahip olduğumuz, zaman harcayıp emek verip inşa ettiğimiz anlamlarımızı bile bizden ayırır. Oyun oynamakta da böyle bir yalnızlık söz konusudur. Sanki yıllardır bir dünya görüşü şekillendirmek üzere dışarıyla savaşıp barışan biz değilmişiz gibi, çocuklaşırız. Oyunda söz konusu olan, bir zaman kaybından ziyade, zamanın gerçekten yaşanmasıdır. İkiyle ikinin dört etmesini, üst üste gelen gölgelerin koyulaşıp koyulaşmadığına dair kaygılarımızı, bu bilgiler yoluyla inşa ettiğimiz içselliğimizi, bir sınır ile dışsallıktan ayırmak yerine, dışsallığa açar oyun.

 Ama oyun, yaşamın tümünü kuşatmaz. Sınırlı bir zamanda oynanır. Nihayetinde yine kendimize döneriz. Burada mesele, kendimizden memnun olup olmamamız değildir. Mesele kendimizden memnun olsak da olmasak da kendimize dönecek olmamızdır. Filmin son sahnesindeki gülümsemeler ve gözyaşları, bana hayatın oyun ile yalnızlık arasında devinen bu çelişkili yapısını düşündürüyor. Ne birinde ne diğerinde durabiliyoruz. Kendi anlam evrenimizi dışarıya açmak, geçirgenleşmek istiyoruz. Ama öte yandan yeniden bu anlam evrenine dönüyoruz. Gölgelerin birbiri üstüne binince koyulaşıp koyulaşmaması fark etmiyor. Ama yine de her gün değişen güneş ışıklarının karşımızdaki ağacı nasıl değiştirdiğini görmek istiyoruz. Bu çelişkiyi ne kadar derinleştirirsek, o kadar melankolikleşiyoruz. Bir yandan umutsuzluk, korku, yalnızlık duyuyoruz bir yandan coşku, yaşamaya açlık, merak duyuyoruz. Yaşamaya duyduğumuz açlık arttıkça anlam arayışımız artıyor, anlamlara sahip oldukça yaşamın bu anlamlar karşısındaki kayıtsızlığı karşısında acımız derinleşiyor. O zaman oyunlar oynuyoruz. Bir nihayete varmayan, devamlı karşıtını isteyen bir süreç bu. Filmin sonu, bütün bu süreci açık ediyor.

 [1] Adorno T.W., Lukacs G., Bloch E., Benjamin W., Brecht B. (2021), Estetik ve Politika: Realizm- Modernizm Çatışması (çev. E. Gen, T. Belge, B. Aksoy). İstanbul: İletişim. s.135.

Yorum bırakın