Ferzan Özpetek’in 2010 İtalya yapımı Serseri Mayınlar’ı (Mine Vaganti), yönetmenin çoğu filminde olduğu gibi büyük yemek sofraları, kendine has mizahı ve karakterleri ile müsemma bir film. Eş cinsel olduğunu, bu konuda net çizgileri olan babasına söylemek için çabalayan Tomasso’nun hikâyesi. İtalya’nın en prestijli sinema ödüllerinden Globo d’Oro’dan en iyi film, en iyi senaryo ve en iyi fotoğraf ödülleri ile dönen, bir kendini olduğu gibi kabul ettirmeye çalışma hikâyesi. Filmin İtalya gösteriminde, babasına cinsel kimliğini açıklayamamış olmasının içinde daimi bir acıya sebep olduğunu söyleyen yönetmen, Tomasso’nun gözünden biraz da kendisini anlatıyor. Belki de acısını hafifletmek için filmi babasına ithaf ediyor.
Tomasso, Roma’da edebiyat okumuş ve yazar olmak isteyen genç bir adam. Ancak Lecce’deki ailesi, onun işletme okuduğunu ve eve döndüğünde makarna fabrikasının başına geçeceğini düşünüyor. Tomasso’nun fabrikanın ortağı olmak için Roma’ya gelişi, ailede bir bayram havası estiriyor. Tomasso ise akşamki büyük yemekte eş cinselliğini itiraf edeceğini ilk kez abisi Antonio’ya anlatıyor. Antonio bunun iyi bir fikir olmadığını söyleyip sonrasında ne yapmayı düşündüğünü sorduğunda Tomasso’nun cevabı net: İtiraftan önce çantalarını hazırlayacak, çünkü babasının onu evden kovacağından emin. Hemen evi terk edip Roma’ya ve oradaki hayatına dönecek. Ancak masadaki konuşmasının daha başında Antonio’nun söz alıp tüm aileyi şoke eden itirafı, Tomasso’yu ne yapacağını bilemez bir hâlde bırakıyor. Tomasso’nun yerine Antonio evden kovuluyor. Geleneksel ahlak kalıplarına sıkı sıkıya bağlı olan babanın, bu itirafın ardından kalp krizi geçirmesi ile Tomasso için birkaç gün sürecek bu ziyaret süresiz bir şekilde uzuyor.
Tomasso bir yandan içinde bulunduğu durumu sorgularken diğer yandan fabrikaya gidip işleri öğrenmeye çalışıyor. Onun için tüm bunları kolaylaştıran kişi Alba. Fabrikanın diğer ortağının kızı. Zamanla aralarında bir yakınlık oluşmaya başlıyor. Alba, Tomasso’ya imkansız bir aşkla bağlanırken, Tomasso’nun kafası karışık. Bir yanda Roma’da onu bekleyen sevgilisi Marco, diğer yanda içine düştüğü bu tuhaf durum. Böyle zamanlarda çoğunlukla ailenin en anlayışlı kişisi olan büyükannesinden destek alıyor. Tomasso’nun hikâyesi ile paralel ilerleyen büyükannenin hikâyesi ise başlı başına bir film konusu. Ayrıntılarına hakim değiliz ama ara ara gördüğümüz kısacık anlar bile boğazımızda bir yutkunmaya sebep oluyor. O yutkunmanın hüznü, filmin en başından beri bizimle. Gelinlikli genç bir kadının hızlı hızlı yürümesi ile açılıyor film. Şehirden uzakta olduğu belli bir evin kapısını çalmadan içeri dalıyor. Karşısındaki genç adam ayağa kalkıyor. Kadının gözleri dolu dolu. Sahnenin hüznünü içinizde hissediyorsunuz. Gelin, elindeki tabancayı kendi göğsüne dayıyor. Adam silahı elinden almak için hamle yaptığında, biz evin dışında kalıyoruz. Bir silah sesi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken gelini siyah beyaz düğün fotoğrafında bir kalabalığın ortasında görüyoruz.
Ferzan Özpetek filmlerinin alametifarikası büyük, kalabalık sofralar; filmin en büyük itiraflarının, en önemli konuşmalarının yapıldığı yerler. İzlerken “O masada benim için de bir sandalye olsaydı.” demeden edemiyorsunuz. Nevi şahsına münhasır karakterlerin doldurduğu çoğunlukla neşeli, bazen de hüzünlü masalar. Yönetmen her karakterine “Kendin ol!” demek istiyor sanki. Başkasının hayatını yaşama, başkalarının doğrularının peşinden gitme! “Tomasso, hep başkalarının istediğini yaparsan, hayat yaşamaya değmez. Hatalı da olsa kendin karar ver. Mutlu olmak isteyen insanlar öyle yapar.” Büyükannenin bu sözleri, kendi hayatına dair büyük bir pişmanlık içeriyor. Üstünde gelinliği ile koştuğu o uzak evdeki adamı hayatı boyunca unutamamış. O adamla değil de abisi ile evlenmiş olmanın pişmanlığından hiç kurtulamamış. O yüzden Tomasso’nun kahvaltı masasında babasına yaptığı konuşma, büyükanne için adeta bir işaret oluyor. Torununun kendinden emin bir şekilde, babasına işletmeci değil yazar olmak ve artık mutlu olduğu şekilde yaşamak istediğini söylemesi onu adeta hayata döndürüyor. Hazırlanıyor, süsleniyor ve odasında onlarca çeşit tatlının içinde bir diyabet hastası olarak her şeye mutlu bir şekilde veda ediyor. Belki de bu, onun için bir son değil gerçek aşkına kavuşacağı bir başlangıç.
Serseri Mayınlar, bazen gözlerinizi dolduracak bazen de beklenmedik kahkahalar attıracak sıcacık bir film. En sevdiğim sahnesi, büyükannenin cenaze arabasının arkasında tüm ailenin birlikte, müthiş bir uyum içinde yürüdüğü sahneydi. Kalabalık yürüdükçe, aile arasındaki buzlar erimeye, kendisi olma cesaretini gösterdiği için dışlananların gözlerinde bir pırıltı oluşmaya başladı. Ve film bunu, tek kelime dahi etmeden başardı. Yürüyüş esnasında, kalabalığın yanından geçen gelinlikli genç büyükanne ve elini tuttuğu adamın nereye gittiği ise sürpriz olsun. Filmin bu son sahnesinin güzelliği bir Sezen Aksu şarkısı ile taçlandırılmış. Bence buraya daha çok yakışan başka bir şarkı olamazdı.
Başımı omzuna yaslamaya,
Hayata yeniden başlamaya,
Bağında, bahçende, pınarlarında
İçimi yıkamaya geliyorum.