Neokinikler

 BÖLÜM 1

 Hasan, Konya bozkırlarında dördüncü geçim sıkıntısı olarak bir aileye fert olmuş ama rızkıyla gelmiş bir insan. Normal hikâyelerin aksine babasından çok annesi kötü rolü üstlenmiş olup geceleri migren çığlıkları atıyordu. Nöbetlerinin arkasında farklı sebepler arıyordu şehir doktorları. Çünkü sinir krizleri de meşhurdu Hasan’ın annesinin. Verilen antipsikozlar evdeki bayram şekerlerinin sayısını aşmıştı. Hatta Hasan 6 yaşındayken annesine “İyi misin?” dediği için manyak annesi bıçak çekmiş, babası da bıçağı elinden zor bela almıştı.

 Babası ne yapsın bu sıkıntıda? Bir de yoklukta var ise içinde. Sağdan soldan zor bela borç aldığı para ile bir mobilet almış, köy ile hastahane arasındaki yolda tüm taşların yerini ezberlemişti. Huysuz ve hasta kadın, 4 çocuk, parasızlık. Saçlarının hepsi sıkıntıdan dökülmüştü, biraz daha üstüne gidilirse beyni de dökülecek köyün delileri listesine adını yazdıracaktı.

 Ama bir umudu vardı: Hasan! Hasan, ilkokulda ve ortaokulda gösterdiği başarısı ve efendiliğiyle köy halkından bir “aferin bu çocuğa” yı çoktan kapmıştı. Ancak lise zamanı kapıyı çaldığında, “Gel!” demek o kadar kolay değildi Hasan’ın babası için. Gel demek para demeye eşitti. Liseye gitmesi için Muhtarın babasına “Ben okutacağım, sen hiç karışma!” demesiyle şehire gitmişti, Lisede de iyi bir başarı göstermiş, onur belgesi bile almıştı. Bir şeylerin olması onun için yeterli değildi, kusursuz olması lazımdı.

 Bir sıkıntısı vardı bu bay kusursuzun ancak. Zekiydi, efendiydi ancak asosyaldi ve ergenliğin de tetiklediği libido patlamalarını kimseye belli etmemek için zor toparlıyordu kendini. Asosyallik boyutu diğer dört kardeşiyle bile muhattap olmayacak kadar depresyona kaymış, libido konusundaki çelişkileri ise aslında ilk adımları atmıştı patlak vermesi için. Kendi iç çabasındaydı. Liseyi bu gelgitlerde bitirirken üniversite sınavında iyi bir puan alıp aynı ildeki üniversitenin Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik bölümünü kazanmıştı. Bir iş sahibi olup hem evden uzaklaşmak hem de annesine bir derman bulmak istiyordu. Çünkü annesine karşı sevgi, nefret, acı, çaresizlik gibi bir çok duyguyu hissediyordu.

 Diğer üç abisini pek umurunda olmayıp “Herkes ekmeğine baksın!” demesinden sonra görev ona düşmüştü zaten. Üniversite yolunun göründüğü bu anda yine muhtar, gülümsedi, babası ise 60’lık muhtarın elini öptü. Hayır sahibi dedi, yardımını reddetmedi baba. “Allah razı olsun senden!” cümlesinin arkasından gelen mutluluk gözyaşı bunun aslında nedeniydi. Ama Hasan Üniversitenin ilk haftasının bir akşamı kendini sorguya çekti. Normal de gerek duymaz, kendini sorgulamanın bahsini açmaz, kusursuz olduğuna inanırdı.

 Ama bir şeyler eksikti, kazanmak, saygı görmenin dışında bir şey hem de. Galiba sihirli değneğin adı “Mutluluk”tu. Mutluluk bu değildi. Neye göre, kime göre mutluluk, bu lanet olası kariyer zirvesindeki samimiyetsiz gülümsemeydi. Mutlu olamıyor, asıl mutluluğun kendisini sınırlandırmamış olması gerektiğine inanıyordu aslında. Libido artık tutulmamalıydı, bir insan topluma, dine, kültüre göre hareket etmemeliydi, Freud’un üçlemesi mutluluk adına ikiye düşmeliydi. Mutluluğu aradığı şeyin kendisi olmasının kanaatine vardı. Kendi olmalıydı, dünyanın kendi etrafında dönmesine izin vermeli, kendi kendinin Tanrısı olmalıydı!

  Yanlış yolda değilim dese de içten içe zihni biraz karışmıştı. 2010 yılı Nisan ayında herkese okula bildiri dağıtan o grubu hatırladı birden. “Neokinikler”; 3-5 öğrencinin kurduğu “Mutluluğa koş!” sloganı altında anarşizm öğretileri veren bir topluluk. Onlara ulaşmalıydı hemen. Ama ulaşması için yarını beklemek zorundaydı çünkü artık gecenin iki buçuğu olmuştu. Yastığa kafasını koydu, yastık ilk defa bu kadar yumuşaktı. Hayatında ilk defa derin bir uyku çekmişti belki de Hasan o gece. Ya da o karmakarışık kafasıyla son iyi uykusu olacaktı.

 Ya da son uykusu…

 BÖLÜM 2

 “Soğuk olan hava değil Mahsun. İnsanlar soğuk. Hayat çok soğuk. Keşke bu kadar soğuk olmasaydı da dünya, sen de bu kadar üşümeseydin.”

 Tabutta Rövaşata

 Sabah ezanı okunurken Hasan’ın uykusunu kabus bölmüştü. Kar ile kaplı bir uçurumda annesi, babası ve abileri ona gülümsüyor ve kendilerini aşağı bırakıyorlardı “Hasan!” diye bağırarak aynı anda. Hasan masadan su bardağını aldı, bir iki yudum sakinleşti. Ezan çok güzel okunuyordu. Zaten sabah ezanını severdi Hasan.

 Bekledi biraz yatağın içine. Ranzadan aşağı inip yurdun yangın merdivenine gitti. Sigara izmaritlerinin yanına sigara içmeyen bir insan olarak oturdu. Rüya biraz etkilemişti ama bilinçaltıdır dedi, pek aldırmadı. Eline telefonu alıp bu “neokinikler” nedir ne değildir, diye bakayım dedi. Instagram’da üniversite sayfalarına girip takip edenler bölümüne baktı. 3. baktığı profilde hesabı buldu. Paylaşımları açıktı, tüm fotoğraflar protest tavırlar içeriyordu. Bazı filmlerden alıntı replikler bile paylaşmışlardı. Tabutta Rövaşata gibi… Takipçileri 117, takip ettikleri 0.

Biraz da araştırınca Temelinde Sokratesçi okul dolan Kinikler Okulu’ndan bahsediyor. Kinizm ve kyon yani köpek kelimeleri geçiyor, hazza duyarsızlıktan bahsediyordu. Hasan’ın aklı bu grubu araştırdıkça daha da karışıyor. Zihni şahlıktan şahbazlığa ustaca yükseliyordu bu karmaşada.

 Alarm çaldı. Saat 07.45.

 Saat 09.00’da “Felsefeye Giriş” dersi vardı. Sabah sabah felsefe çekilmez diyenlere inat sabah ezanında Sokrates araştıran bir adama dönmüştü. Sonra aklına Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi geldi ve “Aç karnına felsefe yapılmaz.” dedi. Yemekhaneden üç yumurta bir çilek reçeli aldı, fişin geri kalanına ise ekmek. O kadar ekmek yemişti ki Maslow bile doymuştu.

 Üzerini giyindi, bir öğrenci deyip otobüsün arkasınaki boşluğa doğru ilerlerdi, indi ve üniversite girişinde; öğrenci kartını basıp cebine koyarken düşüren, üstü başı eski, saç-sakal karması bir adamla karşılaştı.

 Bu adam öğrenciydi, ismi Babür Öz. Adama seslenip durdurdu. Kartını verdi. Hava soğuktu, adam gülümsedi.

 BÖLÜM 3

 “Sorular sadece cevabı duymak isteğiyle var olurlar.”

 Kaybedenler Kulübü

 Üniversite kantininde tuhaf müzikler açmasıyla ünlü tostçu Ali Abi, “80’lerin Klasiği” adlı çalışmasını bangır bangır açtığında saatin yelkovanı ve akrebi sarmaş dolaştı. Öğle tostlarını her ağzının tadını bilen öğrenci gibi Ali Abi’den yemeye geliyordu Hasan. Sipariş için parfüm yüklü öğrenci sırasına girdi. Sıra kendine gelmişti ki Babür elinde çay ile kantinin iç tarafından Ali Abi’ye seslendi. “Arkadaşa Babür Special yap Ali Abi!” dedi ve gülümsedi. Hasan  da eyvallah amaçlı baş salladı ve gülümsedi. Tost hazırdı, Hasan tostu aldı gidiyordu, birden arkasını döndü ve “Babür, sen de gel kardeşim istersen.” dedi. Babür kırmadı, biliyordu çünkü Hasan’ın bir şeyi merak ettiğini, merak etmesi de işine gelirdi zaten.

Hasan:

-Kardeşim bu arada senin torpil büyükmüş Ali Abi’nin yanında, eyvallah.

Babür:

-Torpil demeyelim, özeniyor sadece, hatırı büyük bende.

Hasan:

-Eee sen sabah ne yapıyordun öyle koştura koştura.

Babür:

-Bizim grup toplantısı için arkadaşlara haber verecektim o yüzden bu kadar acele ettim. Şimdi sen ne grubu diyeceksin galiba?

Hasan:

-Ne grubu?

 Uzun uzadıya anlatmıştı Babür. Soruyu sordurup cevabını istediği anda sert bir kroşe ile anlatmıştı. Babürün sokakta yaşayanlardan farkı yoktu. Çünkü sokakta yaşıyordu Babür. Yarım eldivenleri, siyah şapkası, aynı renk, aynı kumaştan yapılmış pantolon-tişört ikilisi ve yıpranmış siyah ceketi Babür’ün kış kreasyonuydu. İletişimde dış görüş çok önemlidir demişlerdi. Ama Babür o kadar iyi konuşurdu ki ve daha da iyisi dinlerdi ki iletişimde Babür olmak çok önemlidir insanoğlu için diyordu konuşan herkes. Hasan hipnotize olmuş gibi dinlemiş, anlamış, hissetmişti. Cesareti var mıydı? Daha da doğru soru bunlar olması gerekenler miydi olanlar dünyasında? Teşekkür etti konuşma için, haberleşiriz dedi Babür öğle araları hep kantindeyim dedi.

 Hasan kendinden emin adımlarla gidip, karşılınca değişimle afallamıştı. Yurda gitti hemen. Otobüste, caddeden karşı karşıya geçerken hatta yurt görevlisine kartı gösterirken bile bu konuyu düşünüyordu. Hızla duşa girdi, suyu sonuna kadar açıp suya izin verdi. Belki kafam rahatlar dedi, kendi söküğünü dikmeye çalıştı. Ya sırtında yük vardı ya da sadece dolmuştu. Ya artık dünya onu boğmuştu ya da arpası fazla gelmişti. Ya tüm gerçeği bir rüyaydı ya da rutin yaşamdan kaçıp bir uykuya dalma çabasındaydı. Ya böyle sadece uç sorular sorup duracaktı ya da harekete geçecekti.Tek soru sordu kendine:

 “Ne kaybederim?”

BÖLÜM 4

 “Aşağı bakarsan asla gökkuşağı bulamazsın.”

 Charlie Chaplin

 Hasan hazırdı. Parmak ile gökyüzü arasındaki git gellerini sonuçlandırmış, kararını hâkim tokmağı sesi kıvamında vermişti. Çünkü Babür o parmağı kendisine göstermeyecek kadar güven vermişti. Bu Hasan’ın kadrajıydı. Peki ya Babür’ün kadrajındaki gökyüzü, kendini gösterecek kadar profesyonelse? İhtimaller hep vardı. Hepte olacaktı. Ama bir anksiyete gibi hareket etmeye de gerek yoktu sonuçta. Biraz su içti. Masada kalan bardak lekesine baktı, boş bardağı lekesini taşırmadan yerine bıraktı. Kararlıydı, ama zihnin sınırı kadar bilinçliydi. Ama derslerinin ters düz olursa ihtimalini düşündü bir an. Derslerin başarıyı, başarının işi, işininde annesinin rahata kavuşacak kadar para getireceğini düşünüyordu. Şeytan beyninde sorulara cirit atıyordu. Hayatının tümünü ailene harcayıp, kendini bir ömür heba edebilecek misin? Ailene karşı vefasız olup vefasızlık vicdanı ile yaşayabilecek misin? Hangisi doğru soru, hangisi vesvese, hangisi Hasan.

 Bu karmaşanın içinde telefon çaldı. Tam üç defa. Üçüncüde açtı. Konuşamıyordu, alo bile diyemedi. Arayan babasıydı. Ne vardı bu kadar acil dedi içinden. Acil olan Hasan mıydı yoksa o telefon mu? Babası da korktu, bir şey daha mı oldu dedi içinden. Daha kelimesinde daha da korktu babası için için. Hasan 49. saniyede iyiyim, dedi. İki üç kelime geçiştirip babasını ikna etmeye çalışırken kendini toparladı farkında olmadan. Ayağa kalktı. Masadaki bardağına su doldurup içmek için seri bir şekilde davrandı. “Hayırdır baba ne oldu?” dedi. Su dudaklarına değmeden bardak düşmüştü. Artık bardak kırık, yerler ise ıslağa dönüşmüştü. Dudakları ıslaktı bardak ulaşamamasına rağmen ama. Hasan’ın göz yaşları seri akmıştı. Babası sadece “Kaybettik.” demişti halbuki. Hasan hemen anladı, ailesinden başka var olan yoktu ki zaten kaybolsun. Annesi intihar etmişti, belliydi. Şu an hemen gitmeliydi köye ama parası yoktu Hasan’ın, insanlarla samimiyeti de. Bir tek Babür’ü tanıyordu. Sokakta yaşayan birinden de araba istemek anlamsız olurdu. Ama sokakta yaşayanın tanıdığımdan istenilebilirdi. Üniversiteye gitti hemen apar topar, bir yandan ağlıyor bir yandan bakışlara aldırmıyordu. Babür kantinin girişinde çimde oturuyordu bir kaç kendi tarzı adamla. Görünce kalktı hemen yanına Babür. Duyunca Hasan’ın anlattıklarını, seslendi Vera’ya “Yolumuz uzun, kalkalım hadi…”

 Bindiler eski püskü bir arabaya; arabayı Vera sürüyordu, Babür yan koltukta oturuyordu, Hasan ise cama kafasını yaslanmış yol çizgilerine bakıyordu donuk donuk. 3 saat olmuştu kimsede ses yoktu, acıyı azaltmak için paylaşıyorlardı. Babür baktı ki uzaklaşmış Hasan’ın içi, bastı radyonun düğmesine. Çaldı Ruhi Su, Hasan içinden dedi, “Anadan da geçilmesin be!” diye. Gökyüzüne baktı sonra, gökkuşağına baktı. Acıyı gülümsedi. İnanmak istedi. Döndü Babür’e “Umut…” dedi, “Hep var!” dedi.

 Hayat devam ediyordu, havaya bakabiliyordu…

 BÖLÜM 5

 “Kafatasına hapsolmuş bir beyin nasıl düşünebilir?”

 Nikolay Vasilyeviç Gogol / Bir Delinin Hatıra Defteri

 Hasan köye varmıştı, ama Vera ve Babür’ün hemen dönmesi lazımdı şehre. Sadece “birkaç iş var.” dedi Babür, detay vermedi. “Eyvallah”laştılar karşılıklı, yolcu yoluna gerek oldu.

 Gitti dayandı eski paslı bir korkuluğa Hasan, ıslak ve soğuktu. Döndü kendi kendine, “Sana iki çift lafım var Hasan efendi.” dedi. Ve devam etti; “Özgürlük, mutluluk, vazgeçmek diye kavramlar sallıyordun havalara, hatta bunları yakalamak için gerekiyorsa öl diyordun neokinikler gibi be Hasan efendi? Şimdi ne oldu be Hasan? He? Ne oldu? Soğuk bir demirlere yaslanmış, annenin ölümünü, onu kurtaramayışını düşünürsün anca kendi kendine böyle. Çok güzel kurtardın be anneni Hasan! Şimdi dön o gökkuşağına bak, bakabiliyorsan bak Hasan! Yüreğin yetiyorsa, yetebiliyorsa bak!” dedi, sustu sonra.

 Bağırmak yetmez idi artık Hasan’a. Sanki beyni hapsolmuştu da idamı yakındı. Susması lazımdı. Yakıcı, kuru bir suskunluk nefes alışverişini yakıyordu zaten. Babası geldi o ara, şalvarı çamurdu babasının. Gözleri kızarık, zihni şaşkın, üzgün ve bitkin. Elini attı omzuna oğlunun, cümle çıkacaktı, denedi ama olmadı. Yetmedi kelime, bazen yetmez dedi içinden. Elini cebine attı, katlanmış bir kağıt parçası çıkardı. Şaşkınlığını ve bilinmezliği döktü Hasan’a. Ama bilmiyordu ki Hasan daha da karmaşık duygulara kapılacaktı.

 Cümleler bu sefer çıkmıştı babasından: “Hasan’ım anana şehirden kitaplar alıyordum rastgele, doktor okusun sakinleşir, oyalanır demişti. Okumayı da az buçuk bilirdi zaten, benim gibi hiç mektebe uğramamış değildi rahmetli. Bağırmaları çağırmaları azalmıştı hatta, dedim böyle iyi olacaksa ben hep alırım ona diye. Tam düzeldi artık, şükürler olsun dedik…” devamını getiremedi babası sarıldı Hasan’a. Ağlamak erkekliğe sığmaz bile diyemiyordu, adam olan ağlar helalinin yitirişine dedi kendi kendine baba. Hasan ise donuktu, ağlayamadı bile. Sanki kâbus görüyormuş gibiydi. Acı vardı ve müdahale edemiyordu. Babası döndü Hasan’a cebini karıştırdı ve: “Cebinde de bunu buldum ananın, yırtmış aldıklarımdan birini herhal. Al bunu Hasan’ım sen bilirsin, ne ki bu?”

 Aldı eline kağıdı Hasan, gözyaşı döküldü kâğıda. Tek duyguya yer yoktu, duygular bile allak bullak olmuştu. Yazanlar belliydi, olanlar belliydi, zihni hapisteydi. Gözleri kızardı, yanaklarını ısırıyordu ağlamamak için. Kan tadını almıştı. Konuşmaya çalışıyordu ama hüngür hüngür ağlamak üzereymiş gibi hissediyordu kendini Hasan. Okursa sanki hikâye bitecekti. Gözleri ise hiç kırpırdamadı, dudaklarını yavaşça açtı, kalp atışını adem elmasında hissediyordu, son nefesimiş gibi tek nefeste söyledi:

 “NEOKİNİKLER”

Yorum bırakın