Kadın çapaklı gözlerini güçlükle araladı. Burnuna dolan keskin nem kokusuyla nefesi daraldı, midesi bulandı. Kendini geriye, sert ve soğuk duvara yasladığında, sırtı ürperdi. Bulunduğu yerin darlığını ancak çevresine biraz daha dikkatlice baktığında fark etti.
Bir tuvalet vardı, hayır, hiçbir şeye benzetilemeyecek kadar iğrenç bir klozet. Klozet, tam bir felaketti. Kapaksızdı, metal parçalar çürümüş, çeperlerini kahverengi bir tabaka kaplamış, kenarından yosunlar sarkıyordu. İçindeki su, berraklıktan tamamen uzaktı. İnsanın içini kaldıracak kadar tiksindiriciydi. Etrafa saçılmış kırık fayans parçaları, yerin çürüyen dokusunu tamamlıyor, bu üç metrekarelik alanda adım atmayı zorlaştırıyordu. Yanında, paslanmış ve vanası kırık bir musluktan damlayan suyun çatlaklarla dolu, sararmış eski bir lavabonun içine düşerken çıkardığı ses kadının sabrını zorluyordu. Yerde biriken su, kanalizasyona benzer garip bir koku yayıyordu.
-Kendimi hatırlamaya çalışıyorum ama sanki zihnim bile bana yabancı. Ne yaptım? Neden buradayım? Bu bir kâbus olmalı. Ama bu kadar keskin kokular kâbus olamaz, değil mi?
Önünde tahta bir masa, eğri büğrü ayaklarıyla dengesiz duruyordu. Masanın üzerinde saman kağıtları ve bir kalem bırakılmıştı. Duvarlar zamanın yıprattığı izlerle dolu, sert ve pürüzlüydü. Bazı yerlerine harfler kazınmış, odun kömüründen yapılmış mürekkep benzeri lekelerle kaplanmıştı. Ölümün soğukluğunu, çürümenin rahatsız edici izlerini taşıyan bu alanda sıkışıp kalmak, midesinin kasılmasına neden oldu.
-Uyanmış olman iyi.
Kalın demir parmaklıkların ardından gelen bu erkek sesi kadını bir anda yerinden sıçrattı. Gölgeye karışmış belirsiz bir silüet, elindeki gaz yağı lambasını parmaklıkların arasından uzatıyordu.
-Bu, yazacaklarına ışık tutar.
Kadın şaşkın bir sessizlikle lambayı almak zorunda kaldı. Ellerinin titremesini durduramıyordu.
-Neden buradayım? Ne oldu bana? dedi, kısık bir sesle.
-Yaz. Neden burada olduğunu yaz. Yazdığın satırlarla özgürlüğe varacaksın.” Gölge kaybolmadan önce ekledi: “Yazdıkların herkes tarafından görülüp değerlendirilecek. En çok beğenilen yazının sahibi serbest kalacak. Diğerleri…”
Cümleyi bitirmedi.
Kadının nefesi kesiliyordu. Kimdi bu insanlar? Sosyal medya? Beğeniler? Anlamsız kelimeler beyninde dönüp duruyordu. Yazar olarak uzun zamandır hissettiği tıkanıklığı aşmak için katıldığı edebiyat kampında içilen bolca içkiyi hatırlıyordu. Yaşadığı şehirden uzakta, dağların eteğine kurulmuş, her biri doğal ahşaptan yapılmış, samimi bir sıcaklık yayan bungalov evler, geniş verandalarıyla yazarlara ilham olacak manzaralar sunuyordu. Kampın tam merkezinde yer alan bir ateş çemberi, akşamları yazarları bir araya toplar, buharı tüten kahveler eşliğinde öyküler ve şiirler paylaşılırdı. Ateşin hışırtısı, anlatılan hikâyelere gizemli bir fon müziği olurdu. Gökyüzüne yükselen dolunayın tanıklığında içilen sıcak şaraplar, atılan kahkahalar, yaratıcı fikirler ve bir an karanlık… “Buradan çıkmak için yazmam gerektiğini söylüyorlar. Ne yazayım? Gerçek mi? Yalan mı? Hangisi bu zindandan beni kurtarır? Ya ikisi de yetmezse?”
Derin bir nefes aldı. İşaret parmağını kâğıdın üzerine koyduğunda, ilk kelimeyi yazmak için acı içinde parçalandığını hissetti. Kelimeler, çaresizliğin içinden çıkmaya başladı.
“Ben buraya ait değilim.”
Ama ya öyleyse? Gerçekten buraya ait olmadığını mı düşünüyordu, yoksa fark etmeden mi buraya sürüklenmişti? Zihni uzun zamandır zindanda gibi hissetmiyor muydu? Yazmayı bırakarak ya da yazmaktan korkarak kendi kendini zindana kapatmıyor muydu? Parça parça hatıralar bir araya gelirken soğuk gerçek yavaşça bilincine sızıyordu. Bu, bir oyun mu bir ceza mı yoksa bir şaka mıydı?
Kadın yazmaya devam etti. Her kelimeyle, korku ve hiddet birbiriyle savaşıyor; kağıtlara işleniyordu. Parmaklarının kalemle dansını gazyağı lambasının titrek ışığı izliyordu.
-Siz oradakiler! Kim olduğunuzu bilmiyorum ama beni buraya kapatanları asla affetmeyeceğim! Bu ne biçim bir oyun? İnsan ruhunu böyle sıkıştırarak ne elde etmeyi umuyorsunuz?
Dört duvar arasında çaresizlik kokusu her nefesiyle içinde derinleşiyordu. Kadın bir an duraksadı, elleri kâğıdın üzerinde asılı kaldı. Kendi kendine mırıldandı:
-Peki ya ben? Bu duvarlar arasına sıkışmış olan gerçek ben miyim? Belki de bunca zaman kendimi kandırdım. Dışarıda özgür olduğumu sanarak asıl hapishanemi hiç fark etmedim.
Bu düşünce onu, öfke ve çaresizlik arasında bocalattı. Kalemi yeniden kâğıda bastırdı:
-Beni bu zindana atanları değil, kendi korkularımı yenmeliyim. Yazacağım. Ama sizin istediğinizi değil. Kendi gerçeklerimi.
Parmaklarıyla kalemin ucunu kavrayarak yazmaya devam etti. Gözlerinde, geçmişin karanlık anıları canlanıyor, her kelime bir çığlık gibi beyninde çınlıyordu. Yazmaya devam etmesi gerektiğini biliyordu, çünkü kelimeler onun için tek çıkış yoluydu. Fakat içindeki korku ve travma, her satırda yeniden ortaya çıkıyordu.
Durma, yaz.
-Saat kaç acaba? Gece mi gündüz mü? Gökyüzüne bakmak istiyorum. Havayı koklayarak yürümek istiyorum. Hadi yaz, “Yaratıcılığımı Rabbim’den bir armağan olarak görüyor ve çalışmalarımın en güzel şekilde sonuçlanacağına inanıyorum.”
Bu olumlama cümlesi son zamanlarda hayatının en önemli mantralarından biriydi. Üst üste birkaç kez daha yazdıktan sonra içindekiler akmaya başladı kaleminden. Her kelime, eski anıların acı dolu resimlerini önüne seriyordu. İntihar düşünceleri, terk edilme korkuları, yıllardır içine gömdüğü travmalar ve yokluğuna alışamadığı kayıplar birbiri ardına dökülmeye başlamıştı. Dışarıda her şeye sahipken ölmeyi düşünüyordu. Burada hiçbir şeyi yokken yaşamak için yazıyordu ve her yazdığı satır, zihninin derinliklerine gömülmüş acıların yüzeye çıkmasına neden oluyordu.
Durma, yaz.
-Susadım, hem de çok. Bu pis musluktan akan su ne kadar temiz olabilir ki? İçsem bir şey olur mu? Daha kaç gün saat, kaç gün burada kalacağım. Ne kadar dayanabilirim susuzluğa? Annem de böyle kilitlerdi beni kapılar ardına, ufacık bir yaramazlık yaptığımda bilirdim bedelinin karanlık odada bir süre beklemek olduğunu…
Her kelimeyi yazarken sanki içindeki karanlık ona tekrar ve tekrar dokunuyordu. Her satır, geçmişte sıkışıp kalmış bir acının yansımasıydı. O kadar uzun zamandır bu travmalarla yaşamıştı ki, artık onlarla yüzleşmek zorundaydı.
Kalemi hızla kâğıdın üzerinde gezdirdi. Bir yandan gözlerinden yaşlar süzüldü, diğer yandan kalbinin ağırlaşan ritmiyle bir mücadele başladı. Kafasını kaldırıp duvara dikkatlice baktığında güçlükle okunan harfleri birleştirdi. Duvarın pürüzlü yüzeyinin arasına gizlenen cümleyi okudu. “Ağlama, içerleme. Anla!” yazıyordu. “Beni ben yapan bu korkular değil mi?” diye düşündü. Kendini zorlayarak yazmaya devam etti. Geçmişindeki kayıpları, pişmanlıkları ve hayal kırıklıklarını döküyordu satırlara.
“Bir zamanlar bu dünyada bir yerim vardı.” diye yazdı. “Ama bir şeyler eksikti. Hep eksikti. Belki de kendimi hiç tanımadım.”
Her kelime, içine işlemişti. Hatırladığı o eski geceyi, o karanlık anıyı bir kez daha hissetti. Kalbi ağrıyordu. Kafasındaki görüntüler, sanki her an etrafını saracak gibi yaklaşıyorlardı. O geceyi hatırladı: Bir odada yalnızdı, dışarıda yağmur yağıyordu. Ve sonra birinin sesi, ağır adımları… Korku ve yalnızlık. O kadar yalnızdı ki her şey kaybolmuş gibiydi.
Durma. Yaz.
“Benim bu travmalarım mı beni mahvetti, yoksa ben mi onları büyüttüm?” diye yazdı.
“Kelimeler bana ne kadar yardımcı olabilir ki? Bu cümleler neyi değiştirecek?” Ama bir yanıt bulamıyordu. Hızla, elleri titreyerek derin acıyla her satıra daha fazla duygusunu koyarak yazıyordu.
“Evet, belki de yazmak… Yalnızca bir kaçış değil. Bir yüzleşme, bir hesaplaşma.”
Durma. Yaz.
O kadar derin bir boşluk hissediyordu ki, içindeki sesler, ruhunun karmaşası arasında kaybolmuştu. Ama bir şey vardı, yazmaya devam etmesi gereken bir şey. Bir çıkış yolu.
Yavaşça gözlerini kapattı ve kalemi daha sıkı tuttu. Yazdı:
“Öyle çok şey kaybettim ki artık kazandıklarımın bir anlamı kalmadı.”
Sonra yazıyı okudu. Ve derin bir nefes alarak devam etti:
“Fakat belki de en büyük kaybım, kendimi bulmamın önünde duran o korkularımdı. “Ben artık korkmuyorum. Kendi gerçeğimi yazıyorum. Bu yazı bana ait. Kendim için yazıyorum. Artık bu zindana teslim olmayacağım. Benim sesim burada, her kelimede, her satırda.”
Yazdığı satırları okurken bir an için içindeki sessizliği hissetti. O kadar derin bir huzur vardı ki yazmanın aslında onu özgürleştirdiğini fark etti. Bu, sadece bir başlangıçtı.
Kâğıdın üzerindeki satırları anlamlandırmaya başlamıştı. Ve bir anda fark etti: Yazmak, gerçekten bir çıkış yoluydu.