Uzun ve Eğreti Kayıp Objeler

 Zor Sevdalar diye bir kitabım vardı. Hâlâ da var, daha doğrusu. Üç yaz önce ilk defa okudum ve çok sevdim; hatta bir şekilde kapağının poster hâlini bulsam da evime assam diye bile düşündüm. Kitap Calvino’nun; belki biliyorsunuzdur. Geçen yaz yakın bir arkadaşıma ödünç verdim ama o daha kitabı bitirmeden aramıza mesafeler girdi. Ben de hemen gidip kendime aynı kitaptan bir tane daha aldım. İçinde aldığım notları göremeyince hayal kırıklığına uğrayacağımı bildiğim için kapağını açmadım. Aldım, kitaplıktaki eski yerine koydum ve küçük bir “oh” çektim. Giden arkadaşımı da kayıp kitabımı da günün geri kalanında düşünmedim. Kayıpla başa çıkmanın en basit yolu sanırım, kaybettiğiniz şeyi hiç kaybetmediğinize kendinizi inandırmak. Kitabı resmî olarak kayıp sayılmasına bile izin vermeden yerine koyduğum için bunu başarabildim gibi. Arkadaşım için aynısını yapabildiğimi söyleyemem. Kitabı da hâlâ tekrar açmadım.

 Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, Tlön, Uqbar, Orbis Tertius öyküsünde “hrônir” diye bir kavram uyduruyor. Hrônir, yine uydurma bir ülke olan Tlön’de kayıp objelere verilen isim. Daha doğrusu, zamanında kaybolmuş bir obje tekrar bulunduğunda, bulunan bu yeni objeye hrônir deniyor. “Yeni” bir obje, çünkü Borges’in anlattığına göre bir şeyi yeniden bulmak, bir nevi onu çoğaltmak, farklı varyasyonlarını yaratmak demek. Dolayısıyla hrônir, ilk başta kaybolan objenin birebir aynısı olmuyor. Kaybolan bir nesne aslında hiçbir zaman tamamen aynı şekilde geri dönmüyor.

 Hrônir’in tanımına ne kadar kolay ikna olacağınız, “Gerçek nedir, nelerden oluşur?” ve “Nesne/obje/şey nedir?” gibi temel metafiziksel sorulara verdiğiniz cevaplara bağlı. Örneğin, tamamen materyalist bir yaklaşımla, bir nesneyi salt maddesel yapı taşlarına indirgerseniz, Borges’in anlattığı gibi bir hrônir’den bahsetmek mümkün olmaz. Çünkü bu yaklaşımda kaybolan bir objeyi yeniden bulmak, yine o objenin kendisini bulmak demektir. Fakat kaybettiğimiz nesnelere dair deneyimimiz sanki genellikle bundan daha farklıdır.

 Zaten ne Borges’in öyküsü için ne de bu yazının geri kalanı için hangi gerçeklik yaklaşımını benimsediğimiz çok da önemli aslında. Tlön, tamamen “idealist” bir gerçeklik felsefesinin hâkim olduğu bir ülke. Yani burada her obje zaten zihnin bir ürünü. Zihin ve düşünceden bağımsız olarak uzayda cisimlerden bahsetmek mümkün değil. Kaybettiğimiz herhangi bir obje de zihnin bir ürünü, arayıp bulduğumuz versiyon da. Dolayısıyla hrônir de bulan kişiye, yaşadıklarına ve hatta arayış çabasına göre şekilleniyor.

 Öyküde hrônir, kaybolan nesneye göre genelde “daha uzun ve daha eğreti (awkward)” olarak tasvir ediliyor. Niyeyse, neden seçildiği tam belli olmayan bu iki sıfat, okuduğum ilk andan itibaren bana mantıklı geldi. Kaybolan (ve belki de sonra bulunan) bir objenin orijinaline göre daha uzun ve daha eğreti olması içimde bir yerde hemen karşılığını buldu. Zihnimizin eğreti objeler yaratma konusundaki becerisi zaten artık kabullendiğim bir şey.

 Neden daha “uzun” peki? Kayıp bir nesneyle kurulan ilişkiye bakmaya buradan başlayalım. Bir şey kaybolduğunda, bir anıya dönüşür başından itibaren, kaybolmuş olmanın ağırlığını ve çağrışımlarını taşıyan bir anıya. Bu süre boyunca kayıp nesne, anılarla, beklentilerle, yeniden bulma umuduyla ve sayısız ihtimalle birleşir ve somut hacminden daha büyük bir yer kaplamaya başlar. Kaybolan şey bir obje olmaktan çıkıp bir his olarak zihnimizde alan tutar.

 Kimi zaman kayıp bir obje, kaybettiğimiz başka şeylerle birleşir, bir sembole dönüşür. Ev taşırken kaybedilen bir el mikseri bir anda hafiften de olsa duygusal bir anlam kazanabilir. Tüm hayatınızı yeni bir yere taşıdığınızı düşünürken ister istemez geride bir şeyler bıraktığınızı ya da belki kaybettiğinizi hatırlatır size. Belki sık sık kulaklığınızı kaybediyorsunuzdur ve ne kadar unutkan, dalgın olduğunuz için kendinize kızarsınız. Belki de çok stresli bir gün geçirirken karmaşanın içinde bir yerde bıraktınız kulaklığı. Kaybolan kulaklık, belki normalde hiç aklınızda kalmayacak o günden size kalan bir nişane olmuş olur. O kulaklık kaybolduğundan beri ayda bir iki kez “Şu kablosuz kulaklıktan yine alsam mı?” diye düşünürsünüz, ama her seferinde hem o saçma sapan gün tekrar aklınıza gelir hem de kendinize bu kulaklığı hak göremezsiniz bir türlü. Ama her ay bu kararı tekrar tekrar vermeyi de bırakmazsınız.

 Tabii bunlar basit objeler sayılabilir; çoğu zaman basitçe kaybolurlar ve “hrônir” diye bir kavramdan bahsedilmesine bile gerek kalmadan unutup gidersiniz. Şimdiye kadar odadaki asıl filden, kaybı pek de basit olmayan şeylerden çok bahsetmedik. Bir arkadaşlığı kaybetmek, bir hayalinizi kaybetmek, çok uzaklara taşınmak ya da birinin bu dünyadan tamamen gitmesi gibi. Kayıp objeye sonsuz sayıda ihtimal yüklenebildiğinden bahsetmiştik. Bir şeyi veya kişiyi kaybettiğiniz an, onunla olan fiziksel ilişkiniz için zaman donar bir nevi. Sonrasında, sıfırla bir arasının sonsuz kere bölünebilmesi gibi, aynı anıları tekrar tekrar ve farklı farklı anlamlara yorarak yaşarsınız. Sadece anılarınız değil, “Ya öyle olmasaydı?”, “Şu an nerede olabilir?” ve “Bir daha bulduğumda nasıl olacak?” gibi sorular da ihtimallere ihtimal ekler. Zihniniz, elinizde kalan anıları büyüteç altına koyar.

 Belki de bu yüzden, kaybettiğimiz bir şeyin tekrar karşımıza çıkması, onun “daha uzun” ve “eğreti” hissettirmesine neden oluyor. Araya giren zaman, anlamlar ve beklentiler onu değiştiriyor. Üzerine bütün bunlar eklenen bir nesne orijinalinden çok daha büyümüş, uzamış oluyor artık. Bütün bunlar yüzünden, kaybettiğimiz bir nesnenin kendisiyle ya da herhangi bir manifestasyonuyla (yani “hrônir”) tekrar karşılaştığımızda, onunla ilgili zihnimizde oluşturduğumuz anılar, umutlar, beklentiler ve ihtimaller üzerine tam oturmuyor, dolayısıyla eğreti de duruyor.

Kitabı hemen yerine koyarak belki de hiç “hrônir” oluşmaması için uğraştım. Zor Sevdalar’ın uzun ve eğreti bir sembole dönüşmesini istemedim.

Yorum bırakın