Tanrı Gökkuşağıdır

Gökkuşağı bir renk değildir, buluştur.

Renkleri yoğuran sanatçıları severim, renklerle yoğrulan sanatçıları sarılıp sarılıp severim. Rengârenk olanlar ise beni öldürür.

Bütün renkler ışığın sarhoşluk aşamalarıdır.

Yüz vermediğim maviler kırışmış, kırmızılar solmuş, göğsümün filizi ise sonbahar. Ey siyahın asaleti, matemdeyim! Kızıllığım bir anı yangınıdır.

Beyaz nedir? Yüreğimiz mi, saflığımız mı? Hangi saflık? Binlerce insanın içinden akıp geçen ırmağım ben. “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş” muyum? Sahi hangi rengim? Bir kayaya bulaşmış göztaşı olamam? Adsız bir renk, renksiz bir ad, adsızlık? Ad vermeden gidemem. Kadim Mısır’da derler ki, “İnsan tanrıların rengini bilmez.” belki de “Tanrı bütün renklerdir.” demek istediler.

Ben buldum: Tanrı gökkuşağıdır.

“Sizin renkleriniz hangileri?” diye sormuşluğum çoktur. Artık bütün renkler kendilerine aittir. Güneşteki turuncu acı çekene ateş, başı hoş olana pembe. Sabahki yeşile veda etmiyorum, akşam beni başka bir yeşil karşılıyor. Pers yeşilinin malakite, İslam yeşilinin soytarıya, zeytuninin ördekbaşına bir üstünlüğü yoktur. Ayrı ayrı duyguların ürünleridir her biri. Gerçek yeşili düşüncelerimden biçtim, maviyi duygularımdan. Lütfen siyahın asaletini getirin bana, getirin.

Cemal Süreya, benim; her kırmızıda bir kan kokusu vardır, her yeşilde hayat, her sarıda hüzün sözümü duysaydı, “Kırmızı bir kuştur soluğum” deyip tepki gösterirdi. Yeşil, Attilâ İlhan dilinde bin bir tonuyla arenaya çıkar: “cam yeşili bir kız çok kirpikli/ saçları nasıl karanlık bir kızıl/ örtülü bir güzellik benzeri olamaz.”

Ben bir kadının dudaklarında mora rastlamıştım, öpmekten yoruldum. Bütün renkleri görmeye kalksam, kör olurum. Kör olduğumu ışıktan çıkıp siyahın mateminde fark ettim. Sonsuzluğun ve sorumsuzluğun rengi mavide barınamadım. Şimdi mucizenin rengini arıyorum. Ebemkuşağı diyorlar adına. Turkuaz deseler de olurdu. Likya taraflarında, Pamfilya taraflarında. Sadece ben kaldım İsa öncesi Likya’dan, herkes öldü. Bir sedir ağacına çıkmıştım, kendimi orada unutmuşum. Herkes gibi savaşa gidecek, dönmeyecektim. Gitmedim, kaldım. Hâlâ sedir ağacından inmiş değilim. Çok korkmuştum. Bunca güzel renk varken neden kan kokusu taşıyan kırmızıda allanıp pullanırız? İnsanın ruhunda mı var “kırmızı pazartesi”lik? Ha, söylemeyi unuttum, “Benim Adım Kırmızı”

bütün kımıldanışların rengi karanfil

Sarının çıldırmış hâli yoktur onda; koyusu, özlüsü, şizofreniği… Ayçiçekleri, Buğday Tarlası, Kafe Terasta Gece’yi görenler Arles’daki Yatak Odası’nı görmemişlerse bu dünyadan alacaklıdırlar. Osman Hamdi’de ve Çallı’da da sarı sarhoşluğu vardır ne var ki şizofrenik değildir. Bizim sarımız bir dervişin sarı çiçeğidir sadece.

“Sarı ne kadar harika bir renk. Güneşi temsil eder.” der Van Gogh. Resmin Everest’ine tırmanamayanlar isyandadır: Tanrı bir sabah uyanmış, düşünüp taşınmış, bazı renkleri bazı ressamlara bağışlamıştır. Onlardan biri Van Gogh’tur işte. Mezarını neden sarı mermerden yapmamışlar, aklım almıyor. Bir mezar ki gösterişsiz bir taşa mahkûm, bir o kadar bakımsız; ama o hâlâ Van Gogh’tur. Picasso “sarı”ya başka bir pencereden bakar ki sözü eşi benzeri olmayan elmastır: “Bazı ressamlar güneşi sarı bir noktaya dönüştürür, diğerleri sarı bir noktayı güneşe dönüştürür.”

Bizim Servet-i Fünuncular sarıya bulaşana iki ay ömür biçer. Eylül’ün sayfalarında gezinirken sarılığa yakalanmamışsam verem olmuşumdur tanısı koyardım kendime. İyi güzel de Goethe’nin sarısı “canlılık” fışkırır. Anadolu coğrafyasında “saz benizli” âşıkların yaşadığını söylemek hayatın akışına ihanettir. Cahit Sıtkı’nın, “Ayva sarı nar kırmızı sonbahar”ı ölgün yaprakların hışırtısına karışmıştır. Farisi şairlerin şiirlerinde sarı “zarnik”tır ki bizim şuaranın, üdebanın dilinde “zırnık”laşır.

Bir zamanlar atları boyayan bir ressam varmış.

Adam boyalarımı görünce, “Sen ne boyarsın?” dedi. Ben de, “İsteğe bağlı,” dedim; “ayakkabı da boyarım, gönül de.” Bunun üzerine, “Hangi boyaların var? Görebilir miyim?” deyince, “Renkleri tanır mısın?” dedim ve ekledim: “Siyahı, beyazın düşmanı sanma, o siyah ki gizli dostlukların bayrağını dalgalandırır. Beyazın varlığı siyahla şaha kalkar. Kırmızı kışkırtır. Mavi, herkesin sandığı gibi gökyüzü değil, “mai”nin olgun halidir.”

Benim işim sadece renkler olmadı. Sözgelimi mavi ne varsa ardına düştüm. Mavi balinaların yavruları için günlük 200 kilo süt ürettiklerini duyunca sütlerinin mavi olup olmadığını araştırdım. Beyazmış. Ayvazovski komşularının duvarını binlerce kez aşkla çizermiş. Klein üç yüz altmış beşinci fırçasında heyecanla öyle bir gökyüzü çizmiş ki bu mavi düz mavi değilmiş, Klein mavisiymiş. Frida hasta yatağında resim çizerken zamanı belleğinden silip kendi mavisini bulmuş. Sanat aşktır, heyecandır, zamanı unutmadır. Ancak o “aşk”ın, ilk adımı değilse de son adımı bir harf yitimiyle “aş”tır.

Adam yüzüme baktı kaldı. Devam ettim. Ben yeşilim, mavinin oğluyum, ateşin kırmızısıyım. Attilâ İlhan’ın, “Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk!” dizeleriyle uyarılsam da Cemal Süreya’nın, “Yeşil ipek gömleğinin yakası/ Büyük zamana düşer.” dizelerine pay biçerim.

Sen ne çok şey biliyorsun, dedi. Beni durdurmak imkânsızdı. Atlarını eski Türklerin ülkesine sür, ne tür at kullanacağını onlar söylemezse, ben Ceylanoğlu’nun söylediklerini kulağına fısıldayayım: “Türklerde yönlerin renklerle simgelenmesinin bir uzantısı da, savaşlarda atların kullanımı olmuştur. Bu konuya ilişkin anlatımlar, Hun Hakanı Motun’un batıya beyaz, doğuya mavi (kır), kuzeye yağız, güneye de al atlarla saldırıya geçtiğini göstermektedir. Merkez ise sarı renkle temsil edilmiştir.”

Adsız ve atsız bir şairim; her yer doluydu, göğe çekildim.

Yorum bırakın