Edebiyatın Kapılarından Geçmek

Konuşan bir sesin çağrısı kutsayıcı zamanın dili olarak gelip karışıyor hayatımıza.

Yitirdiğimiz ne varsa, unutup küllediğimiz; çözülerek hayatımızdan akıp giden, sonra da kayıplar hanesine yazdıklarımız yeni bir zamanın diliyle bize dönüyor.

O sabrı bize gösteren söz simyacılarının belleğidir bu dönüşümü sağlayan.

Çünkü, biliriz ki; yazı dönüştürücüdür. Edebiyatın kuşattığı bir hayat anlamın ve sorgunun da izdüşümünü yaşar.

Uzunca bir zaman öncesinde yolumu Arzen’e düşürmüştüm.

Kentin yedinci kapısının sırrını ele veren bir kapıdan söz ediyordu bir dostum.

Toprağın sakladığı bir zamanın can hevengini bize gösteren taşlarına dokunmuştum o sırlı kapının. Bir anlatıya esin olabilecek denli zengin bir öyküsü vardı.

Gelip durduğumuz yer, kentin güneybatı ucuydu. Her yer ıssızlıktaydı. Ötedeki yüce dağın enginindeki bulutların gölgesi vurmuştu Daphan Ovası’na…

O ova ki; bataklıklardan arına arına dönüşmüştü el değip günle yeşerecek toprağa…

O kapının ayırdığı yer geçişleri, durup bekleyişleri, yol/yön işaretlerini, içduyumun sesinde dinelmeleri belirliyordu biraz da.

Zamanın ecel celâlilerinin buralara uğrayamamasını destancıların sesinden, âşıkların deyişlerinden öğrenirdik.

Ki; bayındır bir kentin her dem söz ustaları olmuştur. Onların taşıyıcılıkları, zaman tutulmasındaki her kent yöneticisinin hem korkusu, hem de sevincidir.

Sözü küstürdüklerinde yer yarılmasa da, kuşlar göç yollarını değiştirmese de; aklın, bilginin sezginin gezinmediği sokakların yoksulluğuna tanık olmak aşikârdır.

Dostumun sevincini anlıyordum. Kente dair yeni bir bulgu yer bilgisinin de kazanımıydı. Üstelik, arkaik zaman kentlerine neden kapılardan girildiğini, kim(ler)den/niçin korunduklarını bir kez daha konuşur olmuştuk aramızda.

Kapılar kentlerin yönlerini de anlatırdı. Daha da ötesi, bir kentin zaman ayarlarına oralardan bakardınız.

Diğer bir yanıyla da kümelenip birarada yaşama biçimlerinin, ortak dilin, dönen ticaretin, barınılan mekânların renklerini de anlatırdı her bir kapı.

Arzen’de bunları görmem, büsbütün geçen zamanın örtüsüne bürünen çocukluk anılarımın izlerine dönmem, orada beslenen edebiyat duygumun da kapılarına döndürdü beni bir anda.

Şimdi, nice uzaklık, nice sessizlikten sonra yeni bir yolculuğa çıkıyoruz seninle sevgili okurum.

Hayatın öte yakasından bakarak/görerek/hissederek, yer yer de irdeleyip çözümleyerek edebiyatın kapılarında gezineceğiz seninle.

Yer ve zaman bilgisine oradan uzanacağız, yazınsal yaratıcılığın dilinin kurulduğu iklimlere yolculuklara çıkacağız.

Okumanın gitmek, keşfetmek olduğunu; bir yazara/yapıta gitmenin de bir yordamı olabileceğini geçtiğimiz kapılarda birlikte göreceğiz.

Bu karşılaşma/buluşma/yol almalarımızda edebî bilgiyle edebiyat bilincinin buluşup yansıdığı yapıtların gerçekliğine, bunları kuran yazarların dünyalarına uzanacağız.

Hayatın gerçeğinden yazının kurmacasına, oradaki gerçeklik duygusunun biçimlenme durumlarına, oluşturulan öyküsüne bakacağız.

Öykünen dille öykündürülen bakışın günümüzün edebiyat ikliminde nerelerde/nasıl gezinip durduğuna da eleştirel bakacağımı söylemeliyim burada.

Ne adına, niçin, nasıl konuştuğunu/konuşması gerektiğini bilen yazarlardan sıklıkla yolumuzu geçireceğimizi de söylemeliyim.

Yazana ve okuyana sözü olan yazarların taşıyıcı rolüdür onlara edebiyat adalarını kurduran; dilden dile, kültürden kültüre geçişler sağlama bilincini veren.

Geçen gün, bir edebiyat günü için Ankara’ya kısa bir yolculuk yapmıştım.

Nabokov’un özyaşamsal anlatısı Konuş, Hafıza’sıyla da okuma yolculuğuna çıkmıştım.

Havaalanında başlayan ODTÜ yerleşkesinde süren, Tunalı Hilmi’de bir cafede beni Nabokov’un yazma serüveninin kapılarından geçiren bu anlatıda, yazarın, bize sürekli hissettirdiği zaman duygusuyla birlikte; yazmak için yaşantı zenginliği, bir o kadar da merak/öğrenme tutkusu ve çalışma azminin neleri içerdiğidir.

Onun “zaman hapisanesi” dediği şey, çağının çağdaşı olma bilincine tutulmadır aslında!

Yazar, bunu/bununla yükümlüdür. Çağını göremeyen, orada olup bitenleri algılayamayan ya da bunlardan ürkenin bugüne olamadığı gibi yarına da sözü yoktur.

Okurken Nabokov’un şu satırlarının altını çizip düşünmüştüm bir süre:

“Beni biçimlendiren aygıtı ne çevremde, ne de ırsiyetimde bulabiliyorum; ömrüme karmaşık bir filigren basıp geçen meçhul merdanenin eşssiz tasarımı, ancak, yaşam kâğıdı sanatın lambasıyla aydınlatılırsa fark edilebiliyor.” (s. 23)

Nabokov, her bir anlatısıyla uyaran/gösteren/öğreten bir anlatıcı. Onun yaratıcılığının arka planını görmekse bir o kadar zenginleştirici.

OKUMA ÖNERİLERİ:
*Vladimir Nabokov; Konuş, Hafıza: Tekrar Ele Alınmış Bir Otobiyografi, çev.: Yiğit Yavuz, 2011, İletişim Yay., s. 309.
*Tzvetan Todorov; Edebiyat Kavramı, çev.: Necmettin Sevil, 2011, Sel Yay., s. 172.
*Rita Felski; Edebiyat Ne İşe Yarar, çev.: Emine Ayhan, 2010, Metis Yay., s. 172.
*Jean-Paul Sartre; Edebiyat Nedir?, .ev.: Bertan Onaran, 2005, Can Yay., s. 173.

BELLEK KUTUSU:
“İlk edebiyat tanımı iki ayrı özelliğe dayanır: türsel bakımdan sanat, kullanılan gerece göre farklılık gösteren bir ‘öykünme’dir; edebiyat aynen resmin görüntü aracılığıyla öykünme olması gibi dil aracılığıyla öykünmedir. Özel olarak, bu herhangi bir öykünme değildir, çünkü ille de gerçeğe değil, var olmayan varlıklar ve eylemlere de öykünmedir. Edebiyat bir kurmacadır: işte ilk yapısal tanım.” Todorov.

Yorum bırakın