Lento Söyleşileri: Figen Şakacı

İlk romanı “Bitirgen”den itibaren toplumsal cinsiyet ile ilgili söyleyecek sözü olduğunu göstermiş bir yazar Figen Şakacı. Bunu yaparken kullandığı canlı dil ile okuyucuyu içine çekiyor. Hasta iken yazamadığı zamanlarda “sevgilimi özler gibi yazmayı özlüyorum”, diyor. Şakacı ile yazını, romanları,  romanından oyunlaştırdığı “Topuklu Terlik Süt Yapar” üzerine konuştuk.

Lento Dergi: Yazma ile okuma arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Sizce yazma dürtüsü insanın çocukluğunda başlayan okuma sevgisi ile ilintili midir, sizin yaşamınızda böyle bir durum söz konusu oldu mu?

Figen Şakacı: İroni şu ki; kütüphanesiz bir eve doğmuş, çok okursam “deli” olacağıma inanılmış bir yazarım. Bakkaldan artan para üstleriyle kendime kitaplar alır, yorgan altlarında okurdum. Yazmak ise çocukluktan yetişkinliğe kadar yalnızlığıma eşlik eden elzem bir eylem biçimiydi. Onlu yaşlarda yazar olmayı kafama koymuş, bunun için de çok okumam gerektiğine aymıştım. Kendi evimi geçindirmeye başladığım zamanlarda ise koltuk takımı yerine ilk iş güzel bir kitaplık aldığımı hatırlıyorum. O zamandan bu yana çok okumayı az yazmaya yeğlerim.

L.D.: Yazma konusunda asıl hünerin dil kullanımında olduğunu söylüyorsunuz. Bu konuda dilinizi zenginleştirmek için yöntemleriniz var mı? Örneğin İlk romanınız “Bitirgen”de yakaladığınız çocuk söylemi için özel bir çalışma yaptınız mı?

F.Ş.: “Bitirgen”i anadilimde yazmak için annemin dizinin dibinden hiç ayrılmadım. Elimde defter, onun sözlerini ya not alır ya da aklıma gelmeyen bir deyim falan olduğunda annemi arardım. Onu kaybedince “Bitirgen”i bitirmek çok zor oldu, başladığımda küçük bir kız çocuğuyken birdenbire yetim ve öksüz bir kadına dönüşüverdim. Tuttuğum defterleri atma huyum olmadığı için çocukken tuttuğum günlükler de dil kurmada çok yararlandığım kaynaklar oldu.

L.D.: “Niçin yazıyorum?”a verdiğiniz ya da bulduğunuz bir cevap var mı? Yazmak sizin için neleri ifade ediyor?

F.Ş.: Yıllar günler hatta anlar içinde cevabı sürekli değişiyor bu sorunun. Geçen yaz hastalık sebebiyle altı ay hareketsiz yatmak zorunda kaldığımda: Aa bak yazmadan da geçiriyorsun zamanı, korkacak bir şey yok, diye telkin ediyordum kendimi. Sonra masa başına oturup başka diyarlarda dolaşmanın hasretini çektiğimi, sevgilimi özler gibi yazmayı özlediğimi biliyorum. Bir de gerçekler var tabii; kâğıt zamları, kitap fiyatları, yayınevlerinin verdiği telifler falan derken o sevgiliye duyduğunuz hislerin ne kadar platonik olduğunu bilmek ve buna da ayrıca üzülmek de ayrı bir panel konusu olsun.

L.D.: Büyüme konusu ile derdiniz olduğu, eserlerinizi okuyanların fark edeceği bir detay… Büyümenin genel izleğiniz olduğunu söyleyebilir miyiz? Varsa bunun nedenleri nelerdir?

F.Ş.: İnsan psikolojisine, ontolojisine ve antropolojiye meraklarım en başat sebepler. İnsanın değişimi; değişirken evrildiği haller, iyilik-kötülük, birbirimize ve hayata karşı aldığımız mesafeler ve kırılma noktaları ve o hiç bitmeyen soru: Neler oluyor bize? Elbette coğrafyanın kadere ve kedere etkileri de her türlü cevabımıza tüy diker.

L.D.: Bir kadın ve yazar olarak bu ülkede kadın olmak, toplumsal cinsiyet, aile gibi konuları dert edindiğinizi de biliyoruz. “Bitirgen”de kız çocuğundan kadın olmaya giden aşamaları görüyoruz. “Pala Hayriye”de, evden evrene açılışta kadın olmak konusunu işliyorsunuz. Aşama aşama iş hayatı, arkadaş ortamı, aşk yer alıyor romanda. Tüm bunları olurken bilincimiz nasıl değişiyor, bunları da gösteriyorsunuz. Bir kadının büyürken, yaşarken başına gelenlerle erkeklerinki aynı mı? Bu anlamda politik mücadeleyi edebiyata taşımayı, edebiyatın gücünü nasıl görüyorsunuz?

F.Ş.: Her birimiz biriciğiz ve (büyüme) hikâyelerimiz de biricik elbette. Fakat edebiyat tek tek kişisel hikâyelerimizle ilgilenmez, mızırdanmayı ise hiç kaldırmaz. Yaratacağınız karakterlerin her biri kendi gerçeklik kaidesine cuk oturmalı, yalpalayacaksa da bunu yazar istediği için değil, karakteriniz öyle olduğu için yapmalı. Edebiyatın dille ilişkisindeki hüner kadar karakter yaratmanın, kurgunun ve okuru davet ettiğiniz atmosferin inandırıcılığı çok önemlidir. Erkeklere gelince, onları endemik bir yere koymak istemem ama elbette bizim hayat yarışına patriyarkal iktidar yüzünden bir sıfır yenik başladığımız gerçeği de göz ardı edilemez. Hal böyle olunca politik mücadeleniz ya da görüşünüz yazdıklarınıza ister istemez sirayet eder. Yazarın parmak izi yazdığı her şeyde mutlaka görünür.

L.D.: Romandan oyunlaştırdığınız “Topuklu Terlik Süt Yapar” ile oyun yazmayı sevdiniz mi? Meseleyi romanla anlatmak ile oyunla anlatmak arasında metodik ve biçimsel olarak nasıl farklar var?

F.Ş.: Her iki disiplinin de matematiği apayrı. Roman derin anlatımların olduğu kadar suskunlukların, ayrıntıların ve küreği vurduğunuz toprağın en dibine varmayı hedefler. En azından ben böyle anlatımları seviyor ve bu yöntemle çalışıyorum. Oyun yazmak ya da yazmayla oyun dediğim tiyatro metinleri ise an’lar, kreşendolarla, her karakterin kısa zamanda kendi tanıtımını, dönüşümünü, finale taşınacak olayların paralelliğinde başarabilmek, seyircinin dikkatini kollamak ve diri tutmakla ilgili. İkinci oyunumu da yazdım ve ilkinde olduğu gibi onu da yine tekrar tekrar gözden geçirirken görüyorum ki, mesele diyalog yazmakla bitmiyor, hikâyeyi kısacık bir zaman diliminde bütün katmanlarıyla gerçeğe en yakın şekilde canlandırmak gerekiyor.

L.D.: Yine “Topuklu Terlik Süt Yapar” özelinde sormak istiyorum: Bir kadının bedeni üzerinden yaşadığı baskıları, kadın olmakla anne olmak arasındaki gelgitleri, toplumun kadına ve anneliğe bakışını ironik bir üslupla anlatıyorsunuz. Bu bağlamda kadının toplumsal cinsiyet konusundaki mücadelesini nasıl görüyorsunuz veya nasıl olması gerektiğine inanıyorsunuz?

F.Ş.: Nasıl olması gerektiği konusunda ahkam için bile vaktimiz yok zira her gün ölüyoruz. Her gün erkek şiddetine maruz kalıyor kadınlar ve bu tehlike maalesef sınıf, çevre falan tanımıyor. O yüzden toplumsal cinsiyet rolleri konusundaki aileden başlayarak ilkokuldan itibaren hakikaten eğitim şart. Yanı sıra yazdıklarımız, oynadıklarımız, şarkılarımız, resimlerimiz kısacası her türlü eylemlerimizle şu arkaik ezberlerimizi kırmalı; bunun için de işe dilden başlamalıyız. Kadınların organlarının her türlü küfrün malzemesi olduğu ve bunun çok normal sayıldığı, ahlakın-namusun cinayet sebebi, dinin çocuk yaşta evliliğin gerekçesi haline geldiği bu yoz çağın dibine dinamit koyacak olan cesur yazarlar-yaratıcılardır. Bunları devletten beklemeyecek kadar büyüdüm demek ki.

L.D.: Benlik, varoluş, toplumsal cinsiyet, büyüme sancıları gibi psikolojik ve sosyolojik konuları yazan bir yazar olarak beslendiğiniz kaynaklar nelerdir?

F.Ş.: Tarih, felsefe, resim ve en çok da şiirden, yürümekten, izlemekten, bakmaktan ve illaki aylaklıktan besleniyorum diyebilirim.

L.D.: Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal gibi 50 kuşağı öykücülerinin o dönemde, “kadın yazar” söylemi ile ilgili itirazları malum. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ustam dediğiniz kadın yazarlar var mı?

F.Ş.: Saydığınız isimlerin “ustalığı” benim için tartışılmaz ama onların yaşadığı dönemin konjonktürü, kadın hareketi ve sol ideolojinin ivmesiyle şimdiler çok farklı. O zamanlar aman canım hepimiz yazarız işte bunun kadını erkeği mi var diyorlardı ama şimdi dişil-eril dilden, “kadın yazını” festivallerinden, akademisyenlerin kadın yazarlara çevirdiği dikkatten, yazdıkları makalelerden, açtıkları tartışmalardan, ele aldıkları meselelerden bahsediyoruz ki bu benim için yabana atılır bir şey değil. Elbette daha gidecek çok yolumuz var; başta kanaat önderleri, jüri tayfası, yayınevlerinin erkeklerle dolu olması gibi kadınları daha geniş alanlarda görmeye başladığımızda değişecek bir şeyler.

1 thoughts on “Lento Söyleşileri: Figen Şakacı”

Yorum bırakın