Rengi Olmayan Nesneler

                                                                                                                                                                              Yar bana gö(r)klü bir eğlence sundu.

Renkler adından taşar.

Köyün birinde güzel masallar anlatan bir adam varmış. Bir sabah köyün çocuklarına deniz kıyısında kamp kurmayı önermiş. Çocuklar, “Oleyyy!” sesleri arasında öneriyi kabul etmişler. Masalcı, üç gün, üç gece buradayız, demiş çocuklara. Çadırlar kurulmuş, ateşler yakılmış, demlikler ocağa sürülmüş. Çocuklar hep bir ağızdan, “Haydi bize bir masal anlat, bize güzel bir masal anlat!” diye yalvarmışlar. Çocuklar demiş, mavi bir gökyüzü altındayız; mavi dediysem akla ilk düşen mavi değildir; o, bebek mavisidir, çivit mavisidir, acem mavisidir. Yeşil ovalar, dediysem pers yeşili, zümrüt yeşili, orman yeşilidir. Çocukların zihni karışmış, “Mavi nedir, yeşil nedir, sarı nedir?” diye sormuşlar. Masalcı köylü iyice şaşırmış, canım mavi dediğim maidir, yeşil dediğim yaşıldır, sarı da sarıg diye dil döküp durmuş. Ama bunların genel adı renktir, renklerin tonlarıdır, diyememiş. Hani saraylara, köşklere sığamayan bir ustanın her şeyi bilip de “yapı” diyememesi… Nice hallere girip şiirler, romanlar, öyküler yazanların hallerini “aşk”la adlandıramaması da öyle.

Seni asıl rengini bulana değin yoğuracağım.

Sadelik renksizlik değildir, aksine nesnenin asıl rengine kavuşmasıdır. Eşyalar eskiye eskiye bulurlar asıl renklerini, insanlar ise kendilerini yenileye yenileye. O halde? Seni renginle, renklerinle yazmak istiyorum. Sarı, bir matem değil, altın kalbinin yansıması. Kırmızı, bir ateş değil, hayatı diri kılman. Yeşil, gün ışığının dansı değil, dirilmen. Kahverengi, solmuşluk değil, huzur bahçen. Beyaz, kutupların arka yüzü değil, saflığının yayılışı. Mor ağzın, lila türkün, fuşya hararetin…

Düş kurmama izin ver Rüya Hanım! Gerçeklerin rengi siyah değil, matem. Döşeğimde Ölürken’de Faulkner’in -belki bir başka yapıtında- hoş bir sözü vardı: “Artık beni düşünmeyen kimseye hiçbir şey borçlu değilim.” Ohh, bunu anımsattığım iyi oldu, rahatladım.

İstediğim tek şey kaldı. Kafka’dan neyim eksik? Milena’sına karşılık Rüya Hanım! Haydi, harekete geç: “Yorgunum; tek istediğim şey yüzümü kucağına koymak başımın üstünde dolaşan elini hissetmek ve sonsuza dek öyle kalmak.”

Sözcüklerin rengini kullanan bilir.

Renklerden korkarım. Senin siyahınla benim siyahım arasında on farklı özellik var. Senin siyahının sınırları yok; o, umutsuzluğun bayrağıdır. Senin siyahında bir damla beyazı geçtim, bir kıvılcımlık mavi de yok. Bu seni içinden çıkaramayacağıma işaret. Senin siyahın gittikçe derinleşiyor, işte en tehlikelisi… Aynı manzarayı kırk yıl izleyip de mevsim mevsim değiştiğini göremeyen saf insanlardan çok şey öğrendim. Nasıl mı? “Balkona her çıkışınızda ne görüyorsunuz?” sorusuna, “Hiççç!” diye cevap vermesinler mi? Onların yeşilden de haberleri yoktu, biliyorum. Irmağın her iki yanını göstererek şu zümrüt yeşili, şu avcı, şu petrol, şu ördek… “Biz bunca adı bilemeyiz ki?” cevabı beni iyice şaşırttı. Bu adları zaten yeşilin tonlarını fark edenler bilir. Siz bir cümlesiyle bir insanın birçok özelliğini çıkarabilir misiniz? İnsanın renkleri sözcüklerindedir.

Gökyüzüne baktıkça “gök”ten çok renk çıkar.

Baharda renk renk çiçekler açarım; renklerini ruh yelpazeme yakın bulmuyorsam unutulmuş renklerden göğele (gövele) koşarım. Gövel kuşlar uçururum, aralarında birkaç göğercin olmazsa gökyüzünün bir anlamı kalmaz. Ekinler göğerirken gökçe kızların güvez dudaklarında sözcük sözcük birikirim. Ah bunca renk nasıl da renkten renge girip dağılmış doğaya. Hepsinin kökeninde “gök” uykusu sürmekte. Gök tanrının olduğu yerde başka rengin yaşaması imkânsız.

Şiirin derinliklerinde gezinirken unutuverdik “gök”ü, “sema”yı indirdik sözlüğümüze, “felek”i kattık dilimizin dağarcığına, “feza”ya uçtuk, “sipihr”i “mah-ı sipihr”le (ay) renklendirdik. Ama en çok “asuman”a sarıldık dudağımızda ve gönlümüzde bir ateş duygusu taşıdığından ve Nefi’yi “çarh/ çerh”le baş başa bıraktık: “Tûti-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil/ Çerh ile söyleşemem âyinesi sâf değil.”

Keşke sevdiklerimizi uyuttuğumuz göğüs’ümüzün de “gök”le ilgisi olsaydı.

Horozun ne önemi var, kafes simsiyah!

Dört mevsimi kış olan aşığı gördüm ben diyene inanmayın. Işık gözün göreceği şey değil. Işığı içtim diyene inanın. Işık yüklüyüm diyene. Işığa doğru koşuyorum diyene. Gördüğünde ısrar edene sormuşlar: Işık hangi renk? Beyaz, demiş. Oysa ışığın üç ana rengi vardır: Kırmızı, mavi, yeşil. Bu renklerin bütünüdür beyaz. Renklerden biri olmazsa sarıdır.

Bozkır insanı ateşi içinde taşır. Sanatın içinde olan da, sanattan nasibini almayan da canlı renklerden uzak durur. Rengârenk, cıvıl cıvıl giysilerin gözlere on iki ay bayram ettirdiği Akdeniz’den sonra sanki bir matem havasında nefes alıyordum. Bilmem gereken bir gerçek vardı: İnsan çevresinin ürünüdür. İnsanı çevresiyle aynı karede düşünememe, ilişki kuramama cehaletim, çok uzun sürmüş.

Gördüm ki kaç mevsimimiz varsa, o kadar rengimiz vardır.

Yorum bırakın