Kimliklerin Reddi ve Özgürce Eyleme

 Doğar doğmaz koyarlar adını, bir ad verirler çağırmak için. Kimlikte yazılacak ilk ad… Öyle ya, her şeyin olduğu gibi insanın da bir adı olmalı yoksa nasıl çağırılacak? Sen daha kendini tanımadan adın konmuştur. Ben olmaktan “sen” olmaya dönüşmüş yolculuğunda, ailenin verdiği adla ve “biz” olmakla birlikte yükümlülüklerin başlamıştır. Ailenin bir ferdi oluvermişsindir. Üstelik ailenin verdiği bu ad, çoğu zaman tek başına bir sözcükten ibaret de değildir. Beklentiler, sorumluluklar ve hatta o ailenin dini ya da siyasi görüşünü yansıtan manalar… Kendinden uzaklara yolculuğun başlamıştır. Belirlenmiş sınırlamaların da dayatmasıyla ne yiyip içeceğin, ne giyeceğin, nereye gidip geleceğin, neye inanacağın, neye inanmayacağın, ne şekilde davranman gerektiği, elinde değildir.

 Yeni bir ad daha verilir; bir Türk, Fransız, İngiliz olarak toplumun ferdi olmak nasıl bir duygu? Adla birlikte unvanlar ve sorumluluklar gelmeye devam eder. Okulun ilk günü sana bir ad daha verilir. Bir de öğrencisindir artık. Sana ne öğretileceği; senin veya ailenin elinde değildir. Çoğu zaman yaşadığın topraklardaki devletin belirlediği; dozu yine o devlet tarafından belirlenmiş dinle ve milliyetçilikle bulanmış müfredatta belirlenmiştir. Okulda öğrenci, camide Müslüman, orduda asker, beyaz yaka, mavi yaka derken bitmek bilmeyen roller ve kimlikler… Senden çok önce belirlenmiş bir düzen vardır ve beklenti düzenin devamıdır. Eğitimden askeriyesine, kültüründen ekonomik sistemine kadar her resmi kurum bireye mümkün olduğunca az zamanda, en hızlı şekilde yaşamasını ve mümkünse daha çok tüketmesini ve bu hızlı yasamda “nedenleri” sorgulamamayı dayatır. Çalışılmayan zamanlar -tatiller vs.- bile kişinin bir sonraki çalışma gününde daha verimli çalışması beklentisi üzerinedir. Kısacası bireyin kendi olamaması, kendi adına düşünememesi için bütün koşullar, mevcut devlet kurumları ve oluşturduğu düzeni sayesinde kurgulanmıştır.

 Aile ve toplum tarafından bireye yüklenen her kimlik beraberinde bir beklentiyle gelir. Toplum bireyi beklentilerle baş başa bırakır ve bireyin rolünün gereğini yapmasını ister. Kişi bir süre sonra ailenin veya toplumun beklentilerini öylesine içselleştirebilir ki beklentilerin dışarıdan değil içeriden, yani kendinden geldiği yanılgısına düşebilir. Esasen bireyin toplum içinde kaybolması ya da kendini kendinde bulamaması bu yol ayrımında meydana gelir.
Beklentilerin dışarıdan geldiğinin farkında olmak, kendi adına düşünmenin ilk adımıdır. Birey bu farkındalıklarını özgürce seçimlere ve kendi iradesiyle vereceği kararlara dönüştürdüğü durumda, kendi adına düşünmeye başlayabilir. Doğal güdüleri her zaman doğrudan tetikleyen “modern” (teknolojiyi ve dijital devrimi içine alacak şekliyle) sistemin dayattığı “başarı ve kazanç” odaklı tüketim döngüsü, sözü geçen bu farkındalık için en büyük engeldir. Her ne kadar tersi gibi algılansa da sözü edilen bu başarı ve kazanç, esas itibariyle birey için değil, yine sistemin -resmi ya da gayriresmi- bütün vasileri içindir.

 Kendi adına düşünmek, etkin olmak demektir. Mevcut sistemin bizde oluşturduğu duyguların farkına varılması ve reddedilmesiyle de doğrudan ilişkilidir. “İnsanın etkin nedeni olduğu her şey zorunlu olarak iyi olduğundan, dış nedenler dışında insanın başına hiçbir kötülük gelmez, çünkü insan Doğa’nın bir parçasıdır ve Doğa yasaları insan doğasını kendine itaat etmeye zorlar ve hemen hemen her yola başvurarak kendisiyle uyumlu olmaya.”(1)
İnsanın bu dış nedenlere dair apaçık olan fikirleri olduğu ölçüde; kendini azat etmesi de mümkündür. Doğanın parçası olan insanın doğa yasalarıyla başa çıkması, mevcut bilim ve teknoloji ile mümkündür fakat karmaşık insan doğasının oluşturduğu toplumların ve toplumsal yasaların özgürce olmayanlarıyla başa çıkmak, öncelikle bizde apaçık fikirlerin oluşmasına ve özgürce eyleme etkinliğinde bulunarak mümkündür.

 “Doğa bir defalığına sert kabuğu altındaki tohumu özgürlüğüne kavuşturmuş, bütün yumuşaklığı ile onu kollamış, yani özgür düşünmeye yönelik bir eğilim ve hizmet sonunda giderek halkın zihniyetine, onda yerleşmiş bulunan inançlara tepki göstermiş ve yavaş yavaş özgür eyleyebilme aşamasına gelmiştir. Bu durum; yani özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin, yani hükümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan yararlanabilecekleri düşüncesi, makineden fazla bir şey olan insanın, insansal onuruna uygun davranma düşüncesine dönüşecektir.”(2)

 Kant’ın deyişiyle “özgür düşünme ve eyleme” etkinliği, her ne olursa olsun, doğaya ve her türlü oligarşik yapıların zorlamalarına rağmen “kendi adına düşünen” bireyle başlayacak, sonrasında toplumları ve bu toplumların oluşturduğu sistemleri dönüştürecektir.

1 Spinoza, Ethica
2 Kant, Aydınlanma Nedir?

Yorum bırakın