Yüzüncü Kez Dil Üstüne

 Şiirin en küçük yapı taşını birçok edebiyatsevere sorsak, muhtemelen alacağımız cevap ya dize olur ya sözcük. Fakat çoğunluğun aksine şiirin en küçük yapı taşı, harflerdir. Harfler var eder şiiri. Aralarındaki birbirini tutan ya da tutmayan bağıntılar, şiirin yetkin unsurlarından yalnızca biridir. Tüm bu işi üstlenecek müessese ise elbette ki dildir. Dolayısıyla şiir için dil, bir anne rahmidir. Üslup ise, şiir hayata geldikten sonra şiire dokunmaya başlar. Bir başka deyişle şiir, dille var olur; üslupla güzelleştirilir.

 Şiir dili üzerindeki düşüncelerim, şüphesiz ki dil bilgisi kurallarından bağımsız. Bu kurallar çerçevesinde yalnızca nesir yazılmalı, şiirin hürriyetine artık karışılmamalı. Biliyorum, bir ihtiyaçmışçasına bunu belirtmem hiç hoş değil fakat sanıyorum ki bu yönlendiricilik daha açıklayıcı olacak belirli kesim için. Gelenekçi şairlerin dil bilgisi ilkelerine olan bağlılıklarını oldum olası anlamamışımdır. Bu yerleşik, tutucu düşüncelerini kabul ettirmeye çalışmaları da cabası.

 Ayrıca, şiir diye bilimsel makale var etmeye çalışanlar da yok değil. Bir dizesinde dahi göremeyiz noktalama hatası. Açıkçası, noktalama işaretlerine bağlı kalarak şiirlerini oluşturan şairlerin hedeflerini anlamak sanıldığı kadar güç değil. Şiirin okunması durumundaki kolaylığı sağlamayı hedefliyorlar. Yalnız şunu unutuyorlar, şiirin nutuk olduğu günler çok eskide kaldı.

 Şiir dili üzerinde devam ettikçe, komplike bir dille eserlerini bezeyen şairleri anmayı bir ödev biliyor zihnim; Fikret, Cenap, Haşim… Hepsi de Türk şiirinin apak yüzleri. Tek bir nokta vardı ki, yazınsal hayatları süresince o hatalarının farkına varamadılar: Dil. Fikret’in, yüzyılı geçmiş, gençlere seslenen dizelerinden bugün hangi gençlik faydalanabiliyor? Zamanın gençlerinin kaç tanesi açık, takipçi bir bilinçle izleyebildi o dizeleri? Ataç da bu yüzden taşımadı mı, gençliğin Fikret’i ve Haşim’i bilemeyecek, kavrayamayacak, onlara ulaşamayacak olmasından doğacak üzüntüyü? Günümüzde hangi insan Cenap’ın şiirlerinden birkaç dizeyi “hülya”lar içinde okuyabilir? Yukarıdaki üç şair de özgün, sağlam, yenilikçi üsluba sahipti; onları bugünlerden uzaklaştıran zorunluluk ne oldu? Yine dil.

 1946 yılında CHP’nin düzenlediği şiir yarışmasında ikinci olan Attilâ İlhan, en beğendiği şairleri saydığında, dudaklarından dökülen isimlerden biri de Fikret’ti. Bilmiyorum, İlhan’ın Fikret sevgisi uzun yıllar devam etti mi fakat Fikret’in şiirini beğendiği yıllara dönüp, İlhan’a şunu sormak isterdim: “Fikret’in şiir dilinden, şiirlerinden hoşlandığınız gibi hoşlanıyor musunuz?” Şayet ki cevabı “evet” olacak olsaydı sayın şairin, destekleyici ve sevgi dolu hayranlığımın hiçbir vakit filizlenmeyecek tohumlarını o an ekerdim. Çünkü Fikret’in şiir dilini beğenmek, ona hoşlantı duymak başlı başına bir başarıdır. Bir şairin herhangi bir şiirini beğenmek, dolayısıyla o şiirde kullandığı dili beğenmeyi de beraberinde getirir.

 Dilin, yazın üzerindeki önemi yıllardır anlatıldı. Bu konu üzerinden başka başka noktalara değinmeyi hedeflemiyorum. Kendi dilini bilmeyen insan, kendi yazınını oluşturamaz. Yazını bırakalım, kendisini oluşturamaz. Şiir dilindeki dil hususu; ağırlık, sadelik, yoğunluk unsurları üzerinden uzun süredir tartışılmıyor. Artık bunlar, en ufak meseleler dahi olmayacaklar. Sanıyorum ki yazınımızda amaçsız kuralcılık hüküm sürmüyor artık. Şiir dili deyince, şüphesiz ki kelime seçimindeki dikkati, özveriyi, emeği düşünmekteyiz. İşte bu konu yüzyıllardan beri süregeliyor, süregelecek.

 Biliyorum, şiir, toplu çevreye okunan sesli mısralar olmaktan uzun süre önce çıktı. Dolayısıyla kelime seçiminin, savunduğum amaç için bir şey ifade etmeyeceğini düşünebilirsiniz. Fakat, hiç kimse okuduğu ve sindirmek istediği şiirdeki eğreti kelimeleri görmek istemez kanımca. Bir “pijama” kelimesine ne denli dayanabilirsiniz? Emin olalım ki bu kelimeler, sandığımızdan bir hayli fazla. Sözlüğü elimize aldığımız an, onlarca belirleyebiliriz.

 “Şiir dilindeki ağırlık uzun süredir tartışılmıyor,” dedim ama bu ülküye bağlı olan şairlerimiz yok değil. Servet-i Fünun dönemi sözcüklerinin yavrularını kanatları altında büyütmeyi ihmal etmiyor bazı şairler. Yer yer ne yaptıklarını o kadar bilmiyorlar ki, o dönemin tamlamalarına başvurmakta bir an bile gecikmiyorlar. O şairlerimize şu düşüncemi belirtmek istiyorum, “Şiir yazarken sözlük kullanmak yasak değil. Bilmiyorum, bunun farkındalar mı? Kafiye bulmaya çalışırken veya kısırlıkta kaldığınızda elbette ki sözlüklere başvurabilirsiniz. Neredeyse birkaç yüzyıldır edebiyatımızda pinekleyen bu paslı kelimelerle sıkı ilişkiniz niçin?”

Yukarıdaki değerlendirmelerim bağlamında bahsetmek istediğim, şiirde yabancı kelimelerden uzaklaşmak değil asla. Aksine, şiirimizde yer edindiğinde ayrı bir güzellik taşıyan yabancı kelimeler oldukça fazla. Fakat, bir Fransızca, Arapça kelimeyi, sizler de takdir edersiniz ki, bir Türkçe kelimeden daha hoş taşıyamayız.

 Bunun yanı sıra, şiir dilinde yer bulamayacak onlarca Türkçe kelime de var. Yalnızca dudaklarda ve kulaklarda hoş bir edayla var olması yeterli değildir kelimelerin, belirli bir estetik uyum da oluşturmalı. Bazı Türkçe kelimeler ise bu estetik uyum sınıflandırmasında yetersiz kalıyor.

 Kelimelerin birbirleri arasındaki söyleniş kolaylığı ise şiirin, başarı yolundaki yakın destekçilerinden biridir. Bir Cahit Külebi, dilindeki uyumu ve rahatlığı yakalayamasaydı, sadece şiirindeki özle böyle fevkalade şiirler ortaya çıkarabilir miydi? “Hikâye” şiiri, sadece kullanılan dil ve kelime seçimi itibarıyla bir huzur yuvasıdır. Şairin, “Bebek”in saçlarını benzettiği buğday tarlasıdır. Yalnızca diliyle, iyi niteliği ve başarıyı yakalayan şiirlerden biridir. Bu da ayrı ve kıymetli bir başarıdır.

 Şiirin bir dil işleme sanatı olduğu unutulmamalı. Dilin özenle işlenmesi, herhangi bir diğer yazınsal hususta da dikkat edilmesi gereken bir nokta olmalı, kanımca. Bilhassa şiir de bu özeni itinayla korumaya devam edecektir.

Yorum bırakın