Hepimizde kendini kötü hissetme ve suçluluk hissi var ya hani; bu kötü hisler, kötü değil. Herkes sorumluluk hissetmeli ki her başımıza gelen musibette kendimize bir kum torbası bulup, ona abanarak oyalanmaktan vazgeçelim.
Kısaca bilgilenelim: Bir binanın zemininin özelliklerini jeoloji/inşaat/jeofizik mühendisi belirleyerek raporlar. Binayı ayakta tutan iskeletin hesabını inşaat mühendisi yapıp projelendirir. Zemin ve diğer şartlara göre binanın büyüklüğü, kaç katlı yapılabileceği gibi konuların uygunluğunu belediye kontrol eder. Projeleri belediye/valilik inceler ve uygunsa inşaata başlanması için izin verir.
Müteahhitin inşaatı projelerine, hesaplarına uygun olarak yapıp yapmadığını mimar ve tüm branştaki mühendislerden oluşan yapı denetim ekibi, inşaatın başlangıcından bitişine kadar kontrol eder. Sonunda yine belediye/valilik, yapıyı kullanmak için izin verir.
Olayın kabaca işleyişi bu.
Şimdi, iki kuruş kâr edebilmek için malzemeden çalan ahlaksız müteahhite hesap sorulmalı mı? Evet!
Peki, arsamıza kondurduğumuz evimize, bu yükü taşır mı bilmeden, elimize para geçtikçe kat çıkmalarımızı ne yapalım? Göz zevkimizi bozmasın diye kolon kesmelerimizi, tadilat yaparken kiriş kırmalarımızı, iki odamız daha olsun diye terası kapatıp binaya yük bindirmelerimizi ne yapalım?
Kendi bindiğimiz dalı kendimiz kesmelerimizi ne yapalım? Hesapsız kitapsız yapılan kaçak binaları, imar affıyla bunlara ruhsat verilmesini, zemini uygun olmayan arsaların imara açılmasını ne yapalım?
Arsa uygun olmadığı halde imara açıldıysa ya da müteahhit malzemeden çaldıysa ya da mal sahibi taşıyıcıya zarar verdiyse ya da tadilat yaparken binaya yük bindirdiyse, -deprem yönetmeliğine uygun projelendirilmiş de olsa- o bina yıkılır/yıkılabilir.
Bunun kendimize günah keçisi bulmakla, siyaset yapmakla, Allah’ın belâmızı vermesiyle ilgisi yok. Sadece bilime dayanan son derece teknik bir konudan bahsediyorum.
Bu binaların sağlamlığı; vatandaşından belediyesine, mühendisinden müteahhidine zincirleme ve sarmal bir sistemin topyekûn imtihanı. O zincirin halkası bir yerden koptuğunda bazılarımızın başına binalar yıkılırken, hepimizin dünya başına yıkılıyor.
Sözümüz Olsun
Hani bir eve ateş düştüğünde herkes perişanken, omzundan tutulup, “Sen iyi olacaksın, metanetli duracaksın ki herkes iyi olsun,” denen biri vardır ya ailede illâ ki; işte o kişi sensin bugün. O kişi benim…
Ateşin tam ortasına düştüğü, gürül gürül yanan yer değil de; 2.,3.,4., ateş halkalarında başka başka derecelerde yananlar; yani biz!
Bazı sevdiklerimiz yanımızda değil artık -biz yanlarına gidene dek-. Ama şükür ki hâlâ yanımızda olan sevdiklerimiz var.
Gidenler var ama kalanlar da var.
Onlara sarılmak için kollarımız ve hâlâ zamanımız var,
Sevdiklerimiz konuşamazken yanlarında durabilecek sessizliğimiz, anlatmak istediğinde derdini okşayacak sesimiz var.
Yaslanıp ağlayacakları omzumuz burada, sapasağlam.
Biz ayağa kalkarken sıkıca kavrayıp kalanları da kaldıracak ellerimiz var; her zamanki kadar güçlü olmasa da şu an onlarınkinden güçlü, en azından.
Yakınını kaybetmiş bir dostum, “O öldü ama biz onu içimizde hep yaşattık,” demişti. Kaybettiklerimizin hatıralarıyla güleceğiz bazen, bazen de çok ağlayacağız, özlemle. Unutmayacağız. Onlarla yaşanan bir anlık hatıra bir ömre bedel ve bir ömür yetecek hepimize.
Gidenleri hep hatırlayacak zihnimiz, içimizde yaşatmaya yetecek sonsuz sevgimiz var.
Gidenin ardından gitmek kolay lâkin bize emanetleri var.
Ölenle ölmek için değil, kalanlarla yaşamak için hâlâ nefesimiz var.
Herkes kendi çemberinde, kendi harıyla yanarken, yanı başımızdaki ateşi serinletecek bir nefesimiz, gönlüne serpecek bir damla suyumuz, gidenlere gönül borcumuz…
Ayağa ilk kim kalkabilecekse, yanındakini de tutup kaldırmak; kalanlar için şükrümüz, sözümüz olsun.