yara yara değil, kafka’s çıbanı
Elimi dostça koydum omzuna, meğer yarası tam oradaymış, der Valery, başka bir şey demez. Valery’nin yerine yarası olan adam konuşur: Sarılmamış her yara işler. Neşter yarası kapanır ama sözün açtığı yara kapanmaz.
Yaralıyım, beni vur.
Penceresinden bir gül at, gönlünden yaralansın kâfirin kızı. Ölmezse zencefil niyetine arsenik içsin. Hançer taşısın mutfağında, yarım bırakmasın kör bıçaklar gibi. Kayığı ırmağın orta yerinde dağılsın, suya kapılsın, girdapta kucağıma düşsün. Anı defterini kaybetsin. Pul biber yesin. Dağ alıçları içsin çay yerine. Gelsin yalvarsın: “Benden bir roman çıkar.”
O romanı ancak Cervantes çıkarır, o da İstanbul’da sürgünde.
Don Kişot’un Cervantes’i dokuz canlıdır! İnebahtı’dan İstanbul’a getirilen esirlerden biridir, Kılıç Ali Paşa Camisi’nde çalışıp sürgün günlerini tamamlamaya çalışır. Kim diyor? Diyen çok, kanıt yok. Cervantes’in mahkûmiyetini, Suskunluğun Ruhu’nda Sabatay Sevi’nin sürgüne gönderildiği Sülüj’de çektiği söylenir ki hiçbir kaynak bunu doğrulamaz.
Doğrusu kendi ağzından: Galata Kulesi’ne kapatılan Cervantes göğsünden iki arkebüs yarası alır, sol kolu kırılınca İnebahtı Savaşı anılarını iyileştikten sonra kaleme alır:
“Böylesi koşullarda yapmam gerekeni yaparak düşman kadırgasına atladım, o da tam o sırada kendisine saldıran gemiden uzaklaşınca askerlerim yanıma gelemedi, ben de düşmanlarımın ortasında tek başıma kaldım. Onlara karşı koyamadım, çünkü çok kalabalıktılar. En sonunda her yerim yara içinde teslim oldum.” (Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa, Jean-Francois Solnon, İş Bankası yay., s. 206)
Yaramı ben sardım, sen üfle.
Cervantes’in acısını acı bellemedim, sürgündeki Dostoyevski’yi düşündüm bir ömür. Sibirya sürgünü Dostoyevski hariç, yoğun acı çekenlerden acısını bana devretmeyenler neredeyse yoktu. Bunu bir ücret karşılığında yapmamıştım. Bazen bir kaşık yemek, bir parça kuru ekmek, bir avuç tuz karşılığında. Bazen de güzel bir bakış… Kurumuş dallarıma aşı… Kuru ekmeği yemeğe banar, tıkınırdım. Tuzu merak ediyorsanız devraldığım acılarıma basardım.
Yaraya tuz basmak yokluğa katıktı. Asıl dağlama can yakıcıydı. Kaşgarlı Mahmut’un sözlüğünde “kızgın bir demirle vurulan damga, nişan” diye karşılanır. Onu da yaşadım. Küçüksu Kasrı’nın yapımı esnasında deniz yoluyla kasra ziyarete gelen Neyyire Sultan’a eşlik ettim diye Abdülmecid Efendi’nin emriyle tam kalbimin üstünden nişan alınarak dağlandım. Ya İskitlerdeki göğüs dağlama işlemi uygulansaydı? Tanrı’m aklımı oynatırdım. Sağ göğüsleri dağlanan genç kızları savaşa dayanıklı hale getirmek amacıyla yapılan işlem. Korkunç bir işkence… Aynı işkenceyi gören Amazon kadınlarını düşünmedim değil burada. İnsan dağlandıkça başka acılarda sınıyor kendini. Diş ağrıları için yapılan dağlamalar hafif kalırmış. Demir bir kapta kaynatılan sığır yağına bir milin ucuna dolanmış pamuk batırılır, ağrıyan dişin üzerine konurmuş. Dayanmak ayrı bir zulümdür.
Attar’ın Mantıku’t- Tayr’ındaki dağlama önerisi ürkütücü. Der ki Attar, Tanrı huzurunda yüzünü sıcak toprağa sür, acıyı unutuncaya kadar bekle. Denedim. İlkinde yandım, ikincisinde uyuşma yaşadım, üçüncüde hafif bir karıncalanma… Şunu unutmam: Kalbi ve yüzü dağlanmayanın sevdiğinden kuşku duyulurmuş.
Her çekiç izi demire yaradır.
Her yanımız birilerinden artakalan yara değil mi? Acısızlığın reçetesini kim yazabilir? Bedenin ruha bir borcu var, acısını hissettirmesi. Beden borç ödemeyi bilmez, ruh olsa olsa acıdan kurtulmayı dener.
Bir zamanlar bir demirci çırağı varmış, her defasında, ustam körüklenen ateş yüzümü yalıyor, sen nasıl dayanıyorsun, dermiş. Usta da, ateşi değil körüğü düşün, demiş. Çırak gel zaman git zaman sadece körüğe odaklanmış. Ertesi gün geldiğinde, ateşte kor haline gelmiş demir parçasını ustasına uzatıvermiş. Acılar da böyledir. Unut ve rahat et!
Yaralı bir sandalın iyileşme umuduyum.
Biz kimseden ders almayız Tanrı’m!
Marquez, Kırmızı Pazartesi’de Santiago Nasar’a, “Beni öldürdüler Wene hala.” dedirtmişti. Nasar bir yandan deşilmiş karnından bağırsaklarını toplaya toplaya gidiyor bir yandan da, “Beni öldürdüler Wene hala!” diyordu.
Bir ölünün dirilmesi değildi bu, bir dirinin göz göre göre ölüme yürümesiydi.
Ülkem, ülkem, güzel ülkem! Gökyüzü kararmış güzel ülkem! Yeşili kurutulmuş güzel ülkem! Sargısı unutulmuş, sargı bezi içinde bırakılmış yaralı güzel ülkem! Bütün derslerini ihmal eden bir kuşağa emanet edilmiş güzel ülkem! Dünyanın bütün tuz gölleri içirilmiş güzel ülkem!