Tezgâhımdaki Öyküler

Kitap: Bıçak Öyküleri
Yazar: Engin Belki Yıldırım

 Bir kitabı okumamın üstünden uzun bir süre geçtiği halde kitabın ruhu beni bırakmıyor, kafamın içinde dönüp duruyorsa bu kitabı yeni okurlara anlatmadan rahat edemiyorum. Güzel bir kitabın iz bıraktığına, kelimelerin büyülü olduğuna ve içimizi kavuran anlatma isteğinin eninde sonunda bir şekle bürünüp okuyucuyla buluştuğuna inanıyorum.

 Anlatacağım kitapları seçme konusunda sübjektifim. Sevdiğim yazarları, etkilendiğim kitapları bir de benim penceremden görün istiyorum. Kitapları incelemeyi, derinlemesine makaleler yazmayı eleştirmenlere bırakıyorum. Ben kanonik bir kaygı gütmeden sevdiğim kitabı ilan ediyorum. Ama eleştirinin edebiyatı zenginleştirdiğine, derinleştirdiğine de inanıyorum. Leyla Erbil’in Eski Sevgili kitabında yer alan 1974 yılında kaleme aldığı Biz İki Sosyalist Erkek Eleştirmen öyküsünün geçerliliği ve zamansızlığı karşısında biraz üzülmüyor da değilim. İki eleştirmenin birbiriyle, yazarlarla, edebiyatla ilgili tespitleri ve ettikleri sözler öyküden çıkıp gerçek hayatta ete kemiğe bürünüyor sanki.

 Ben bir eleştirmen noktasında olmadığıma göre sevdiğim kitapları anlatmanın keyfini çıkarmak derdindeyim. Bu sefer beni keyiflendiren ise Engin Belki Yıldırım’ın Bıçak Öyküleri kitabıdır. Öykü, yeri dar olan, kelimeleri bir romanla kıyaslandığı zaman oldukça sınırlı, üç beş sayfa içinde tüm duyguyu, olayı okuyucuya geçirmenizin beklendiği bir türdür. Ama bence sadece yazmak değil okumak da zordur. Okuyucudan uzun betimlemeler, her şeyi açıklayan diyaloglar olmadan olayı anlaması, geçmesi istenen duyguyu dikkatli bir takip ve açık bilinçle alması beklenir. Okuyucu ise kısa bir sürede okuduğu metinden uzun süreli bir etki beklemektedir ve bu beklenti varsa, oluşmuşsa öykü okunabilmektedir. Önümüze gelen mis kokulu öykü kitabını okuyabilmek için o sofrada hazır olmamız gerekir yani.

 Feyza Hepçilingirler’in, Öyküyü Okumak kitabında dediği gibi “Öykü yumuşak yumuşak okşamaz; başında ya da sonunda sarsar okuru. Bir tümceyle, bir ünlemle, bir sözcükle; kimi zaman susarak…”

 Gelelim bu makalenin öznesini oluşturan kitabımız Bıçak Öyküleri‘ne. Beni oldukça sarsan bu kitap, “Yaşamak Kurcalanmalı” sloganıyla yayın dünyasında yerini alan Metinlerarası Kitap etiketiyle Kasım 2022’de yayımlanmış. Editörlüğünü Mahmut Yıldırım yapmış ve okuma akışını bozan hataların olmadığı bir kitap ortaya çıkmış. Kitabı tanıtmaya kapağından başlayacağım, çünkü sade ve anlamlı bir kapağı var. Tasarım Burç Oktay’a ait. Sanatçı kitabın içindeki öyküleri küçük bir detayla kapağa taşımış. Aynı sadelik ve özen arka kapağa da yansımış ve “Tek sayıların uğursuzluk getirdiğine inanırdı. Sessizce üçüzlerin odasına girdi…” paylaşımıyla kitaba davet edilmiş. Kitabın içine bir türlü giremiyorum, ama bir şeyi beğendim veya beğenmedim deyip geçmenin kolaycılık olduğunu düşünüyorum. Kitap kapaklarının koruma görevini çoktan geçip tasarım, estetik, reklam, bilgi verme gibi yeni işlevlere evrildiğini düşünüyorum. Estetik açıdan olduğu kadar okuyucuyla ilk iletişim kurulan yer olması açısından da tatminkâr olma gayreti içinde artık. Böyle olunca sonuç ya her bir köşeden bilgi akan ön kapak ile uzun mu uzun arka kapak yazıları ya da kocaman bir resmin her yeri kapladığı tasarımlar. Bu noktada anlatacağım kitabın kapağı beni zaten kazanmıştı. Kitabın künyesi arkaya eklenmiş. Kitabı okumaya yayınevi adreslerini dahi okuyarak başlayan ben gibiler için biraz şaşırtıcı. Tercih kimin bilmiyorum ama yazarla ilgili bir bilgi de yok.

 Kitap on iki öyküden oluşuyor. Öykülerin içinde küçürekler de var. Yazarın bir söyleşisinde “Amacı yazmak ve yazıyla var olduğunu düşünen herkes sadece bu eylemi gerçekleştirir. O anda anlatmak istediğiniz bir satırda olabilir, mısralar veya sayfalara da dönüşebilir. Anlatılanlar kendi formunu bulmak için öykü, şiir, roman, destan hatta makaleye dönüşerek okunmayı bekler” diyor. Yazarın anlatacakları öykü olarak ortaya çıkmış, iyi ki çıkmış. Öykülere geçmeden önce Çehov’un tüfeği teorisini de paylaşmak isterim. Çünkü kitabımız kapağında bize bıçağı gösteriyor.

 Çehov’un tüfeği, bir hikâyedeki her ögenin zorunlu olması gerektiğini ve ilgisiz unsurların kaldırılması gerektiğini belirten dramatik bir ilkedir. Bu unsurlar, oyunun içine hiçbir şekilde girmeyerek “hatalı vaatler” vermemelidir. Bu durum, Anton Çehov tarafından birkaç kez mektuplarında açıklanmıştır: “Hikâye ile alakalı olmayan her şeyi kaldırın. Eğer ilk bölümde ‘duvarda bir tüfek asılı’ diyorsanız ikinci veya üçüncü bölümde o silah patlamalıdır. Eğer ateşlenmeyecekse o silah orada asılı olmamalıdır.”

 Bu ilke aklımın bir köşesinde beklerken kitabı, gerçekten bıçağın saplanmasını beklediğim kadar, kullanılan her kelimenin işlevini de sorgulayarak okudum. Kitabın dili güzeldi. Ne sadece olayın anlatıldığı sıradan cümleler ne de ağdalı betimlemeler ve zorlama edebi tümceler vardı. Öykü boyunca sahne sırası kimdeyse, mekân, karakter, kahraman, bıçak, kan, o ön plana çıktı. Kendini tanıttı, repliğini söyledi, sahnesini bitirip alkışını aldı. Öykülerde bireysel savaşları okudum. Karakterler belli bir kırılma anına kadar toplumla uyumlu yaşamaya çabalıyor, sonra yaşamları bir olayla çıkmaza, çaresizliğe evriliyor. Öyküler, zor yaşam şartlarında tahammülün sınırlarında dolaşan, kendi korkularını saklamaya çalışan, tutkularıyla hareket eden kişileri özetlemiş. Tüfek her öyküde patlıyor. “Bıçak yavaşça vücudundaki sıcaklığı çekerek çeliğini ısıtıyor.” Bazen “Bu da olmasın!” dediğim noktada son beni şaşırtıyor. Birbirinin aynı olmayan oldukça akıcı ve sarsan öyküler var.

 “Pak” isimli öyküde bıçak öyle bir yerde çıktı ve öyle doğru kişinin elindeydi ki yazarı içimden tebrik ettim. Olay anına kadar anlatılan her durum beni o ana tarafsızca taşıdı. Saadet, kendini, yaşadıklarını, anladıklarını ve anlayamadıklarını, planlarını, hayallerini o kadar doğru bir şekilde okuyucuya aktardı ki sonunda ortaya çıkan bıçak okuyucuyu şaşırtmadı.

 Öykülerin kahramanları kendilerini çok güzel anlatıyor. Galiba kitabı sevmemdeki en büyük etken bu. Hiç olmadık yerde hiç olmadık birini, yaptığı şeyden dolayı haklı bulabildim. Aslında eşyaların da insanlar kadar öykü kahramanı olduğu yazılardı. Bazı öykülerde bıçağı ararken buldum kendimi. Eşyaların bir hafızası olduğuna ve bazı şeyleri nesilden nesle aktardığına da okuduğum “Yüklük” öyküsüyle ikna oldum.

 Mekân anlatımları beni öykülere çeken bir diğer unsur oldu. Bir mutfak, pazar yeri, bir köy evi, restoranın çöplüğü, bir tünel, orman, neresi olursa olsun okuru oraya çağırıyordu. Az kelime ile anlatılan en kısa öyküde bile durum böyleydi.

 Öykülerin isimleri düşünülmüş. İlk birkaç öyküyü okuduktan sonra öykünün ismine göre neyle karşılaşacağımı ben de düşünmeye başladım, okudum, şaşırdım ve bu isim tam bu öyküye göre dedim. Tek kelimelik başlıklarla metni özetlemek yazarın dile hâkimiyetini de gösteriyordu. “Tezgâh” öyküsü benim en sevdiğim öykü oldu. Olay, hareketini ve sürprizlerini hep çok sevdiğim pazar yerinde geçiyor. Pazarlardan nefret eden karakterin, bu görevi üstüne yıktığı eşinin hamileliği ilerlediği için çocukluk travmalarını da yanına alarak gittiği pazar yerinde yaşadıkları anlatılıyor. Öyle ki okurken karakter kadar çaresiz ve korkmuş hissettim. Sonrasında öykünün ilerleyişindeki farklılık beni sardı. Ne yapacağını bilmez haldeyken çareyi, pazarda rastladığı deneyimli bir yaşlı adamın peşine gizlice takılmakta bulması ve şaşırtıcı sonu ile benim en sevdiğim öykü oldu. Bıçak yine ortaya çıkıp işlevini yerine getirdi lakin okuyucuyu oldukça şaşırtıp ağlatarak.

 “Bozuk” öyküsünün psikolojik derinliği ise beni etkiledi. Sanki büyüteç toplumda rastgele birine çevrilmiş ve o birey koca topluma örneklem olmuştu. Belirli bir yere kadar anlatılan yalnızlık çok tanıdıktı. Tüm kitabın temel kahramanı olan bıçağın kendini tanıttığı da bu öykü bence. Okuduktan sonra kitabın genelini, kitabın başlığını, bıçağı, olayları sorgulamaya başlama sebebim de yine bu öyküdür. Çok gerçek olmasından dolayı olsa gerek beni en çok yine bu öykü ürpertti, etkiledi.

 Üst kurmacaya göz kırpan “Rol” öyküsü ve teknolojinin korkunçluğunu gözler önüne seren “Ahçı” öyküsü kitapta bana en uzak olan öykülerdi. Belki sonları en şaşırtıcı olan da bu öykülerdi ama bana çok zorlama gibi geldiler. Gündelik hayattan çıkıp okuyucuyu bu kadar çok şaşırtan karakterlerin olduğu öykülerden sonra kurmaca bir hayattan gelen karakterlerin yine gerçek hayatla bizi sarstığı öyküler bunlar. Bu noktada yazarın bir söyleşisinde söylediklerini buraya aktarmak istiyorum. Yazarın sözlerine İshak Edebiyat dergisinin “İlk Kitap Soruşturması” başlığı altında yapılan söyleşiden ulaştım. Zengin içeriği ve ilk kitabı çıktığında tanımadığım yazarlarla tanışma imkânı sunduğu için benim çok sıkı takip ettiğim bir sayfadır ve verilen emek takdire şayandır. Öykü yazmaya başlayanlar için bir tavsiyesi olup olmadığı sorulduğunda yazarımız şu cevabı vermiş: “Anlatılacak olanlar er ya da geç söze veya kâğıda dökülür. Edebiyatta önemli olan ne anlattığınız değil nasıl anlattığınızdır. Kendinize güzel gelecek şekilde edebi metinler yazmaya çalışın. Edebi demek ağdalı demek değildir. Sade ve anlaşılır sözcüklerle muhteşem satırlar dizilebilir. Dilinizi iyi öğrenin çünkü hitap ettiğiniz kitleyle aynı dili konuşmuyorsanız okunamazsınız. Herkes yazdıklarınızı beğenmek zorunda değil. Herkes beğeniyorsa size yalan söylüyorlar ve yanlış bir şeyler yapıyorsunuz demektir.”

 Toparlamak gerekirse: Ben her öyküyü aynı oranda beğenmedim ama beğeni kıstaslarım tamamen özneldir. Öykülerin sonlarının olumsuzluklarla şaşırtmasına da üzüldüm. O bıçağın bir kere de mutlu bir sona bizi taşımasını isterdim. Buna en yakın olan “Tezgâh” öyküsü olduğu için en çok onu sevdim galiba. Sevmediklerimi de söylediğime göre yazarımıza iç rahatlığıyla doğru şeyler yaptığını söyleyebilir kitabı yeni okuyuculara emanet edebilirim.

2 thoughts on “Tezgâhımdaki Öyküler”

Yorum bırakın