Şuraya Bir Çocuk Resmi Çiziyorum

Picasso da kim oluyor.
Ben ondan daha güzel çiziyorum.

 Hiçbir çocuğun yüzünde maske yoktur.
 Ne olmak isterdin, derlerdi çocukken. Her sabah başka şeyler olmak için can atan çocuğa garip gelirdi bu sorular. Dün kuz yerlerde açan çiğdemdim, bugün sahilde güneşle öpüşen anemon… Ben bir şey olmanın ağır yükünü taşıyamam ki… Bir şey olmak tükenmek değilse nedir? Dört çizginin özgürlüğü “kare”de sona erer. Rüzgâr gören bayırlarda başaklarla sevişen uğultuyum, diniverirsem ölürüm. Volkan püskürtmek için, için için yanan dağım ben. Beni bir şey olmaya zorlamayın. Dün çocuk ressamdım, bugün çocuk ressamı, yarın ressam çocuğu.

 İnsan budandıkça çocukluğu filizlenir.
 Çocukken herkesin yerinde olmak isterdim. Zamanla azaldı bu isteğim. Tüccar (eskiden bezirgân derlerdi, daha eskiden matrahbaz; biraz yumuşatılarak madrabaz oldular) çalıp çırpıyor; öğretmen, çocuk dövmek için fırsat kolluyor, soğuk demirci, doğru demiri eğip büküyor. Avcılara gelince tanıdığım en zalim insanlar. Kutsal kitapların çizgisinden ayrılmış din adamları hakkında bende geç kanaat oluştu: Tanıdıklarım, yeryüzünün iblisleri. Bütün bunlardan sonra Tolstoy’un köylüleri kadar saf kalayım, köyümden çıkmayayım düşüncesine kapıldım. Kurnazlık, yandaşlık, bencillik gibi sıfatlarla sarılmıştım. Bana da bulaştırdılar o vebaları. Sizi yakından tanımak isterim dediğim hiç kimse yokken şimdi herkesi yakından tanımaya başladım. Yedi ana rengim yetmiş yediye çıktı. Benim de yaptığım sanki aptallık.

 Her çocuk, ailesinden çalıntıdır.
 Çocuklara bir de çocuk olmalarının dışında bir gözle baktınız mı? Bir İngiliz çocuğuna klasik dönem şiirleri gözüyle bakın. Onu bir Shakespeare dehası olarak değerlendirin. Bir Fransız çocuğu mutlaka sembolist nitelikler taşıyor, Moliere komedilerinde kılık değiştiriyordur. Bizim hınzırları hangi türe dahil ettiysem elimden kayıp gittiler. Bir masal, bir kaside, bir fütürist şiir, çok bilinmeyenli bir denklem… Çocuk, ailenin minyatürüdür sonuçta. Daha ince bir çizgi çekeyim desem elde çocuk kalmaz. Ürgüp testileri için yola çıkan kırmızı çamur olarak da düşünebilirsiniz. Damarlı bir Afyon mermeri? Belki. Fazla yontsan çatlar, yontmasan kaba bir Afyon mermeri… İnce işçilik adı altında çekici fazla kaçırmayın.

 Her çocuk yarının büyük ustasıdır.
 Beni rengârenk giysiler içinde dolaşan düğün çocuğu sananlar oluyor, oysa ben bütün yolları bir an önce tüketmek için çırpınan bir “düğüm” çocuğuyum. Çözülmem de imkânsız artık. Bilmez miyim kırılan kemiğin kaynadığı yerden bir daha kırılmayacağını? Kime yetişeyim, bir terzi yamağının on binlerce yırtığa yama teyellemesi kolay iş mi? Terzilerin piri Hz. İdris’in ordusu gelse bile… Şunu da anlatamıyorsun insanoğluna: Benden seni süsleyecek elbise isteme, üstünden dökülmeyecek olanı iste. Montesquieu’nün, “Çok sayıda insanın bir tek kişiye elbise dikmek için çalışması yüzünden bunca insan elbisesiz kalıyor.” sözünü bir makastar olarak aklımdan çıkarmadım. Yarım asırlık terziliğimi aklın kutuplarında dolaştıra dolaştıra geldim bugünlere. Montesquieu’nün sözünün altına kendi sözümü astım: Çocukken kalbin elbisesini giyerdim, bugün aklın elbisesini giyiyorum.

 Hiçbir şey olmamakta direnen çocuklar hiç büyümemiştir.
 “Ne olmak istersin?” demişlerdi çocukken. Ne olmak istemem ki? Bir meslek istememiştim kimseden. Öğretmen, subay, pilot diyenlerin arasında orman olmak istemiştim. Herkes dönüp bakmıştı, utanmıştım. Hindistan diye bir ülkenin adını duymadığım, Kipling’in Orman Kitabı’nı okumadığım halde, Peter Wohlleben’in, Ağaçların Gizli Yaşamı’ndaki, “Ağaçların acıyı hissedebildiğini, hafızaları olduğunu ve ebeveyn ağaçların çocuklarıyla birlikte yaşadığını öğrendiğinizde, artık onları sanki sıradan bir işmiş gibi devasa makinelerle kesip hayatlarını altüst edemiyorsunuz.” sözüne rastlamadığım halde.

 Nâzım yasaktı, onlara, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine,/ bu hasret bizim.” dizelerini okuyamamıştım beni daha anlamlı kılsa da… Resim derslerinde herkes boyalarına koşuyordu; dedim bende bütün renkler mevcut. Van Gogh sezdi ilk önce. Gezen bir ormanın hikâyesini Makbet’te okuduğumda çığlık atmıştım, siz de atarsınız. Derin bir uğultu çıkarmak nasıl bir duygu bilmezsiniz. Bana katılın.

 Yaktılar beni, çocukluğumu yaşayamadım.

Yorum bırakın