Bir süredir yetersizlik hissi üzerine yazmak istiyorum. Beni bundan alıkoyan şey ise yine bizzat yetersizlik hissinin kendisi. Bu his ile tanışıklığım daha ilkokul sıralarına dayanmakta. Hani şu size okuma yazmayı öğretmek için bir sene boyunca oturmanızı istedikleri, üstü kazınmış, kalem izli sıralardan bahsediyorum. İlkokul adı altında çocuklara yapılan sistematik eziyetten, keskin kokusu bugün hale burnumda olan beslenme saati aralarından ve o beceriksiz Ali’nin bir türlü tutamadığı toplardan bir başka yazımda bahsederim. Unutmayalım ki bugünkü konumuz yetersizlik hissi. Unutmayalım çünkü bendeniz, kendine acı veren şeyler hariç hemen her şeyi kolaylıkla unutabilirim. Bizim zamanımızda… Ah, hakikaten söyledim bunu. Şu sizden yaşça büyükler konuşmaya böyle başladığında, ortamı hızlıca terk etmek istediğiniz o cümleyi. Söylemek, duymak kadar can sıkıcı değilmiş ama, itiraf edelim. Neyse, bizim zamanımızda el yazısı adı altında kalem tutmaya çalışan minicik ellere yaptırılan bir işkence vardı. Hayatında ilk kez yazı yazmaya başlayan çocuklara, elini asla kaldırmadan, benim dilediğim gibi yazacaksın diye direten bir grup psikopat düşünün. Dediklerine uymadığınızda ise başınıza gelen kulağınızın dibinde bağıran bir tiz ses oluyordu.
Benim hikâyemde bu tiz sesin sahibi, Nehire Hoca’ydı. Nehire Hoca, kocasının doktor olduğundan haddinden fazla bahseder, derse hep o ceketli havalı takımlarla gelir, düzgün diksiyonu ve bir yaz meltemi hissi veren güzel yüzüyle içimi ısıtırdı. Kendisini sevip sevmediğim konusunda bugün bile hala bir fikir sahibi değilim. Ama okuma alışkanlığı kazanmamda kendisinin epey payının olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Her ne kadar bunu, bir insana hayatının yaklaşık 25 yılı asla okutulmaması gereken, bazı kabuslarımın hala baş kahramanlarını seçtiğim Ömer Seyfettin’in hikâye kitapları ile yapsa da… Tiz sesi ile kulağımın dibinde bağıran Nehire Hoca, genelde hep aynı şeyden yakınırdı. “Çok kötü bir yazın var Sena, daha iyisini yapamaz mısın?” “Yapamam hocam, çünkü siz bana bağırdıkça heyecandan titreyen ellerim, masanın üstündeki kâğıdı kaydırıyor, stresten terleyen avuçlarım zaten kâğıtta belli belirsiz görünen yazıyı iyice dağıtıp bulanıklaştırıyor. Peki siz kulağımın dibinde bağırmasanız, olmaz mı?” O zamanlar böyle diyememiştim tabii. Dolan gözlerim ve titreyen sesimle özür dilemekle yetinmiş, utançtan yerin dibine girmek istemiştim. Bu anı, zihnimdeki anılar mezarlığında yetersizlik hissiyle özdeşleştirdiğim ilk anılardan biri. Aslında ilk anı ise hemen hepimizin yetersizlik hissini ilk deneyimlediğimiz yer olan aile yanında geçiyor. Fakat ben bu yazıyı, aile travmalarıyla süslememe konusunda bir hayli kararlıyım. O yüzden yetersizlik hissi ile tanışıklığımı Nehire Hoca ve artık doktor olduğunu sizin de bildiğiniz kocası eşliğinde anlatmak istedim.
Geçmişe dönüp baktığımda ilkokul sıralarından çıkıp üniversite sıralarına uzanan ve oralarda oldukça oyalanan hayatımın hemen her anında bu hissi hep içimde taşıdım. Her yeni başlangıçtan korktum, suya girmem gerektiğinde boğulacağıma öylesine inandım ki yıllarca sığ kıyılarda suya alışmaya çalışırken buldum kendimi. Temiz açılan her sayfayı kirletti zihnimin çamurlu kuruntuları. Tanıdığım her insana başarısız ve yetersiz hissettiğimi haykırmak istedim sanki. En sonunda gökyüzü ile yeryüzü arasına sıkışıp hayatın gençler için ayrılan o rafına sığamaz buldum kendimi. Yanlış anlamayın bunları duygusallığı emen peçete kağıtları eşliğinde söylemiyorum. Aksine içinde biriktirdiğin hisleri dillendirmenin tatlı heyecanı var üzerimde. Bakın yine size kendimi ifade etmekte yetersiz kaldığımı düşündüğüm için yanlış anlaşılmaktan korkup açıklama yaptım. Dikkatli bir okuyucuysanız bunu zaten hemen fark ettiniz. Ödülünüz ise kendime söylemeyi bir hayli ihmal ettiğim koca bir aferin oldu.
Yazımın başında beni bunları anlatmaktan alıkoyanın da bizzat yetersizlik hissi olduğunu söylemiştim. Buna rağmen bu satırları yazıyorum çünkü zihnimdeki düş ölüleri mezarında bir yeni ölüye daha yer yok. Tamam itiraf edelim dünyada çok fazla iyi şey yazılmış. Tarihi karanlık, kanlı hikâyelerle dolu insanlığın böylesine büyüleyici güzellikleri var etmesi ise beni hep çok şaşırtmıştır. İyi bir kitap okuduğumda, iyi bir şiirle yolum kesiştiğinde üzerimdeki büyünün etkisi geçer geçmez ilk düşündüğüm şey hep “Bu kadar iyi yazar, şair varken benim yazdıklarıma kimin ihtiyacı var ki?” olur. Bu soruya verdiğim kendimi küçümser yanıtlar zaman zaman değişse de cümlenin olumsuz anlamı hep aynı kalır. “Kimsenin senin yazdıklarına ihtiyacı yok, Sena hiç de olmadı. Dünya üzerinde yazılabilecek her konuda bir şeyler yazıldı, el değmemiş bakir düşünceler nehri ise çoktan kurudu. Kurumamış olsaydı da senden daha iyi yazanı mutlaka çıkacaktı zaten.” Bugün geldiğim noktada bu söylediklerimin hemen hepsine hala katılıyorum. Ona rağmen bu satırları yazıyorum çünkü tek bir konuda yanıldığıma inanıyorum. Kimsenin benim yazdıklarıma ihtiyacı yok, tek bir kişi hariç. O kişi ise bizzat benim. Bu dünyada yazdıklarıma ihtiyacı olan tek kişiyim. Çünkü sıkıldım artık hareket edemeyecek kadar yorgun, ölemeyecek kadar hayatta olma hâlinden, içimdekilerden. Yetersizlik hissini size anlatan binlerce iyi yazardan biri değilim. Ben zihninde dönüp dolaşan savrulmuş sayısız düşünceyi yazıyla kusup onlardan kurtulma derdindeyim. Uzanamayacağım dallara erişme niyetinde, yersiz iddialar peşinde değilim. Sena’yım işte ben. Tanışmaya başladığımıza tedirgin, görüşmediğimize memnun oldum.