Aynı şeye bakarız, ayrı şeyler görürüz.
Beş duyu baş duyu
Körlük, sabahın olmasını bekleme hali. Bu gece uzun sürecek galiba deme tedirginliği. Sağırlık, ıssız bir köşeye savrulma. Koklama yetisini yitirme ise doğayı burna yasaklama. Sözcükleri eğip bükemeyenlerin tatma duyusu gelişirmiş. Hayat tuzsuzsa, tuza gereksinim duyulmaz. Bana dokunmayı yasaklayan düşmanım.
Hem görüyorum hem görmüyorum.
Herkesin birçok manzarası var. Benim bir manzarayı, bir güzeli izleyecek onlarca gözüm. Bu övünülecek bir durum, ancak neden yüzlerce gözüm yok? Yetinmezlik duygusu mu bendeki bu hal?
Gezginleri kıskanırım. Birçok nedenini sıralasam hoş karşılanmayacağımı biliyorum. Çılgın bir gezgin olma planım gençliğimde suya düşmüştü. Ben de sabırlı izleyici sınıfını seçtim. Aslanlar, kaplanlar, penguenler belgeselleri ruhumu doyurmuyor; artık doğayı gözlerimle koklaya koklaya izliyorum. Çok şeyin farkına vardım: Hiçbir geyiğin pusuya düşürülmedikçe ölümle burun buruna gelmediğini, aslan payının her zaman aslanların olmadığını, insanın talihsizliğinin yaratılışında gizlendiğini… Doğanın “göz”e kestiğini anlayınca araştırmaya oturdum, ilginç bilgilerle karşılaştım: Geyikler, güvercinler ve atların görüş alanı üç yüz derecenin üstündeyken insanoğlu yüz seksen dereceyle yetiniyor. Baykuşlardan daha iyi durumdayız deme şansımız yok. İnsan her dem hedeftedir. Dünyayı dört bir çevresiyle izlemek için sinek olmak gerekirmiş. İyi de biz pekmez peşindeki avcılar değiliz ki. Gerçi görüş alanımız dar olsa da gözlerimiz develerdeki gibi göz etrafındaki kemiklere benzer bir sert yapıyla korunuyor. Bu yapılar karşıdan gelebilecek darbelere karşı hazır asker. Kum fırtınası yaşamasak da nice bela fırtınasında gözlerimiz yerli yerinde duruyor.
Bir gün gözleri aşktan kör olmuş birisi bana, “Her şeylerin tastamam, gözlerin eksik.” deyiverirse ben ne yaparım?
Hem dokunuyorum hem dokunmuyorum.
Ben onu hep görüyor, duyuyor, ona dokunabiliyordum. Bunu ancak kendini birisine/ bir şeye adayan anlayabilirdi. Ben hissediyordum, ateşe koşan kelebeklerden biri, sanki mezarına çiçek bırakılan bir erken ölümlüydüm. Mezar taşı görkemli. Heyhat, taşa bir ömür dokunmuşsun, taş uykudadır. Gerçi bir taşa sahip olmak da güzeldi. Böyle bir onur Spartalılarda savaş meydanında ölenlerin hakkıydı. Aşk da korkunç bir meydan savaşı olduğuna göre vazgeçmemeli, hep seven olmalı. Hep seven olmak duru bir nehir, tatlı bir su kuyusu, mavi bir gökyüzüne dönüşmeydi.
Hem duyuyorum hem duymuyorum.
İnsan her şeyden önce beş duyudan birini kaybetmesin, o da iki penceresiyle beynin ve kalbin kapılarını açan işitme. Kuran da bütün duyuların üstünde tutar işitmeyi ve sonra görmeyi: “De ki: ‘Düşündünüz mü hiç eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alıverir ve…”
Pessoa’nın bundan (diğer kutsal kitaplardan) haberi olmasa, “Görmek ve işitmek, hayatın bize sunduğu yegane soylu şeylerdir. Öbür duygular avam ve tenseldir.” demezdi. Gerçekten işitme gitmişse dilden eser kalmamıştır, dil kanatlanmışsa gönül ardı sıra sürüklenmiştir. Gönül buharlaşmışsa ara ki insanı bulasın.
Savaşta kalkan, topuz, gürz seslerini duymayan insan kadar kazançlı çıkan yoktur; sokağın küfürlü dilini duymamak için kulağını tıkayansa manevi zenginliğe erişir. Masum eylemlerdeki sözün yarattığı kurtarıcı çığlıklar ya da yardım isteyen dudaklardaki fısıltı romantizmden realizme geçiş romanı Sergüzeşt’teki (S. Paşazade Sezai) diyaloğu anımsatır: “Bir çocuğun bir çocuktan yardım isteyişini, diğerinin insan sevgisine açılmış olan o küçücük, o saf kalbiyle tek kurtuluş çaresi olarak söylediği ‘Ben seni dolaba saklarım’ yolundaki masum vaadini işitmek ne dokunaklı şeydir!”
Ben okurun sesini duymak istiyorum, duymasam da dudaklarından niyetini okumak. Ya okur beni duyuyor mu? Duymayıp duyduğunu sananlara değil sorum. İşlemediği günahlar için tövbe edenlerin çaresizliğine.
Çok gördüm, çok duydum, çok…
Herkes gözlerinden şikayetçi, ben daha iyi görmekten. Kulaklarıma inanamadım, diyenlere: Çaresi var. Konuşmaları görmeye çalışın, duymayı unutursunuz, dedim. Sürdürdüm: Bakın dünya duymayanlara ne kadar ıssız! Erken ölümlerde yüreğimiz daralır, ancak bir asır bomboş yaşayanlara madalya vermiyorlar. Ben bir dakikada on kez nefes alıp veriyorum, diyen dostuma şaşırtıcı yanıtım, ben yarısını sonraya saklıyorum, olmuştu. Yaşamak gerçekten ince bir sanattır. Çocukken su değirmenlerinin inleyişiyle insanların acıdan inleyişlerini özdeşleştirirdim. Asıl iniltinin su taşırken çıktığını anlayınca özdeşleştirmemin doğruluğundan emin oldum. Irmağın uğultusu denizine kavuşamamaktandır. Aşığın mektubunda da sahibine kulak verilse daha derin uğultular duyulur.
Issızlığa, yazarken ihtiyaç duyarım. Ama gürültüden soyutlanmayı da beceririm. Kentin bir köşesine çekilip yaşama isteğim olmadı. Kentin göbeğine kurdum çadırımı. Trenler geçsin, vapurlar yanaşsın, çocuk cıvıldaşmalarından yer gök inlesin. Hep bir şeyle meşgul olayım. Az uyuyayım, çok okuyup yazayım. “İşsiz kalamam ben; işsiz kalınca, ne yapacağımı, ellerimi nereye koyacağımı bilemiyorum.” diyen Çehov’a bağıra bağıra teşekkür ettim. Gürültüden arınmış ıssızlığım ben. “Zambaklar en ıssız yerlerde açar” demiyor mu Sezai Karakoç? Her şey bir mucize.