Ahlak Bekçiliği Yapan, Köşedeki Ağabeyler

 Beraber işin inceliklerini, hayatın renkli yanlarından farklı detayları okuma fırsatını yakaladım. Sancılar uzun ve sıktı. Sonucunda beni bırakıp uzaktan izlediği yerin manzarası nasıldı? Bilemiyorum. Çünkü işin içinden çıkıp bakamıyordum. Hedefe kitlenmiştim.

 Aynı zamanda çalıştığımdan ve de çeviri yaptığımdan sekteye uğruyordu. Yüksek lisansımı da ihmal etmek istemiyordum. Bu arada aşk saklanmıştı elbette. Aşk romanı yazıp aşık olanını henüz görmedim. Terzi kendi söküğünü dikemezdi. Dikmemeliydi. O zaman büyüsü bozulurdu.
 Elde ettiğim verilerle ortaya karışık bir romantik komedi tadından yenmez bir çalışma çıkmıştı. Bu kesinlikle benim fikrim değildi. Ben olsam kitabı ısınmak için bile yakmazdım. Çünkü güzel ısıtmazdı. Bunlar biraz sert gelebilir ama hayatını edebiyata vermiş birisi için hafif kalabilirdi. Ölmeden neden hayatın tadını çıkaramıyorduk? Neden tek derdi yazmak olan insanlar ağlarken hasbelkader yazanlar milyonlar tarafından takip ediliyordu. Cevap basitti. Hayatın nabzını tutuyorlardı. Ortak bir damar yolu açmışlardı. İçin için besin pompalıyorlardı. Her zaman nasıl sağlıklı beslenmek çok sıkıcı olabiliyorsa bu okuma alışkanlıkları için de geçerliydi. Hayatın değişik hallerinden sığınacak, üzerlerine hafif bir şeyler almak istiyorlardı. Haklılardı. İnsanların çilesi, günümüz dünyası insanı yer bitirir posasını yem olarak geri dönüşüme verirdi. Çöpü bile yerdi, heba etmezdi. Hep bir şeyin başka bir şeye dönüşümü olayının en bariz, bağıran haliyle karşı karşıyaydık.

 Suyumu içip deliler gibi yazmaya başlamıştım. Kadın programlarından öğelerle dolu bir nevi romantik fantastik. İşimi gücümü bırakıp kendimi soyutlamadan yıllar geçti üzerinden. Bildirim üstüne bildirim. Bip üstüne bip. Buna sevinemedim. Zorluk ve sabırla elde edilen güzellikler benim için bir şey anlam ifade etmiyordu. Gökhan Türkmen’in dediği gibi bir kere hevesim kırılmıştı. Çok mu romantiktim? Bilemiyorum ama huy işte. Yığınların arasına karışmayı arzulasam da ters tepiyordu. Bırakmıştım. Yayınevlerinden teklif üstüne teklif. Birkaç kere kızgınlıkla reddettim. Sonra kitlelerle buluşma arzusu, egotizm ve narsisizm ağır bastı. Kendime bayıldığım için teklifi kabul ettim. Seçimim de şu yöndeydi: İlk kim ararsa onun olacaktım. Teslim olacaktım. Bildiğiniz. Görüşmeler, çalışmalar derken kitabın basılması “Merkür gerilerken”e denk gelmesin mi? Yok o kadar da uzun boylu değildi artık. Buna dur demenin vakti gelmişti. Konuştum ve tarihi ertelettim. Bayağı anlattım. İkna ettim. Dünyada onca gariplik oluyor şaşırmıyorsunuz da buna mı şaşırıyorsunuz? İmza günleri, söyleşiler, kitap, dergi, gazete derken işimi gücümü bırakıp bunla yatar kalkar olmuştum. Eski sevgililerim “like” üstüne “like” atıyordu. Ekleyen ekleyene ama yemezler. Pışıık! Ardından başka bir yayınevi hemen ikinci kitap için görüşmek istediğini söyledi. Bu hayat gerçekten de çok garipti. Olmazdı olmazdı olunca da sel kıyamet. Ona da mavi boncuk dağıttım. Kendimi bir garip hissediyordum. Böyle akışa karşı koyamıyor, oradan oraya koşuyordum. Aşırı hız yapmıyordum yolun bana izin verdiği derecede ilerliyordum. Sınırlarımı belirlemeyi bırakalı çok olmuştu. Hap bilgiler de zaten fasa fisoydu. Her şart kendi gerçekliğini yaratırdı. Benimkisi de böyleydi. Hayat bu kadar kolayken nasıl olur da insanlar elinden geleni fazlasıyla zorlayıp zor olana gider ve buna kıymet derlerdi, gerçekten anlamak büyük yetenek isterdi. Yolda sokakta gördüğüm değişik manzaralar çekim alanıma girmeye başlamışlardı.

Sirenler Çalıyor!

 Eğer ilgim hayatın derinliklerine daldıysa panik atak krizime az kaldı demektir. Bunu da drama kraliçesi şeklinde yaşamam. Kriz anım gelir ve ölümün tadını çıkarırım. Çünkü her seferinde sizden bir şey kopar giderdi. Etrafıma ışık yaydığım söylenir. Enerji depolarını doldurduğum. İşte bu tür insanların yıkımları öyle her baba yiğidin kaldıracağı türden olmuyor. Acı yarıştırmak değil amacım ancak yatak çarşafından kazımanız lazım. Büyük enerji emerim. Kara delik gibi. Işığım ne kadar parlaksa karanlığım kör, sağır, dilsiz, kötürüm eder sizi öylece ortada bırakır bir daha kendinize gelmeniz epey zaman alırdı. Bu tehlikeyi sezinlediğim için keyfim kaçıktı. İyi düşün iyi olsun diye bir şey bende. İçimden o his geldi mi bir kere korkunun ecele faydası olmuyor. Duygu gerilimlerine hazırım. Aslında insan bir şeylere hazır da olamıyor. Sanıyor. Hormonların etkisiyle sadece sanıyor. Bu ilüzyonla da bazen altından kalkamayacağı şeylerin altına Naim Süleymanoğlu edasıyla girebiliyor. Sonra bel fıtığından pert, orası ayrı.

 Sirenler çalarken neyse ki toparlanacak vakti kendime koymuştum. Bir yıl nadas sürem. İnsanın hayata adapte olması için ağzından çıkması gereken programlar. Bu dünyaya ait olmadığımı bir kere daha hissedebildim. Bunlar beni eritiyordu. Her şey gözümün önünde eriyordu. 37 euroluk mantarlardan yemiş gibiydim. Hepsi içimde. Şehirlerarası yolculuklarda otoban kenarlarındaki ıssızlar hep huzurlu gelirdi. Palyaço korkutuculuğuna rağmen. Gece ışığı açık unutulan balkonlar. Her gördüğümde ağlamaklı olurum. Bunun nedenini hâlâ çözemedim. Yani bazen kendime de tokat atasım geliyor. Elalem balkonun ışığını açık unuttu diye gece sen neden ağlıyorsun, üzülüyorsun ki? Bu nasıl bir duygu durum bozukluğudur. Tövbe etmeli. Bu bende yaramazdı. Hayvanat bahçelerini ve sirkleri sevmediğim gibi garip park alanlarını da sevmezdim. Kendimi şarj edecek alanım kendi kıyılarımdı. Kendi içimde huzuru bulamazsam hiçbir mekânın bana yardımcı olamayacağını da bilirdim.

 Kar kürelerime bakarak mum ışığı ve özel purolarım ve içkim eşliğinde hayata meydan okumak yapabildiğim en sanatsal işti. Ruhunuzdan tonla şey geçerken kendinizle sevişmek bazen yapabileceğiniz en iyi sanat eseridir. Kendin olabilmek için önce ortada bir kendinin olması gerekirdi. Yığınlara karışmak beni epeyce yormuştu. Bir de kolay derler. Toplum sizin duygularınızı emiyor. Muhasebeci ya da sıradan bir mesleğiniz yoksa sıradandan kastım ofis işi yapmıyorsanız her zaman götürüsü ve getirisi diğer işlere oranla daha farklı bir grafikle ilerler. Yani herkes her duyguyu tadacak. Algı farkı kot farkı yaratsa da eninde sonunda bir yerlerden bir şeyler fırlayacak. Bir zemin sarsılacak.

 Eskisi gibi insanlarla da iletişim kuramadığımın farkına vardım. Çünkü herkes hemen beni  bir alana kapatıp o alanın sınırlarıyla değerlendirme yoluna gidiyordu, bu da normaldi başka türlü nasıl iletişim sağlanacaktı ama dedim ya bu boyut beni geriyor. Gizli ilimler kapısı açılsa beni keşke “Siz seviye atladınız, buyurun bu kapıdan diyerek başka bir oyunun içine dahil etselerdi.” Buradaki oyundan da sıkılma ihtimalim oldukça yüksekti. Çoğu kez söylenecek her şey zaten çoktan söylendi diyerek konuyu kapadığımdan hayatıma yeni bir dokunuşun yapılması da imkânsızlaşıyordu belki de. Dokunacak olan gelir dokunurdu. Ben zamanında öyle yapmıştım. Nesneler dünyasından kopuş mümkün olamıyordu. Kendi içimde çözebildiğim belirli yapı taşları üzerinden sek sek oynamak canımı sıkmıyordu. Özcan Deniz’in sürekli fal baktığı Dön Desem klibi gibiydim. Şekiller ve olaylar ve onları anlamlandırma çabam. Bana akış gibi gelse de bunu yönlendirmediğime emin olamam. Şüphe bitiriyordu. Tadı tuzu kalmıyordu. Mükemmellik ve kusursuzluk bilinse bile masanın bir bacağı kısaydı. Kel ve göbekli olmaktan bahsetmiyorum. Fiziksel olması gereken bir parçanın noksanlığı işlevsizlik yaratıyordu. Bundan doğan kusurların karşılanması gerekti. Tüketici hakkı diye bir şey vardı sonuçta. İçe içe konuşmanın doluluğu ve karşı tarafa geçen boşluğu canımı sıksa da dosyalarımın virüs girmiş bilgisayar gibi masa üstü dosyalarının arka arkaya ekranı kitlercesine açılıyor olması bazen içime garip bir huzur veriyordu. Boşalmanın verdiği doyum. Nötrlenme hissi. Matkap, çekiç, pens, tornavida, İngiliz anahtarı bunlarla işimiz bir yere kadardı. Derya Baykal her sorunun üstesinden silikon tabancasının geleceğine inansa bile bunun böyle olamayacağı aşikardı. Aslında Tv insanı uyuşturuyor deseler de orada garip bir mutluluk vardı. Pamuk şeker yiyip doyuma ulaşabiliyordunuz. Belirli bir süzgeciniz varsa zaten süzülüyordunuz. Beyninizde tortu kalamayacağından zorun otomatik olarak çözümlenmiş oluyordu.

 Sanırım uçuyordum. Dağ tepe gezerken arzular ve melek enerjisi de bir yere kadardı. Bu yeni öğretilerdeki güzel ve kötü olan kısım aynıydı. Yine hayatın kendisi gibi. Sanki çözüme çok yaklaşıyordum ama sabah kalktığımda problem yanı başımda nefes alıp veriyordu ve ağzı kokuyordu.
Bütün sorumluluk bizde! İnşaat gibi kendini var eden insan harcından, malzemeden çalarsa suç onundur. Arazi değerlenmesi onun elinde değildir. Bazen yatırım yaparsınız ancak olmaz. Yine başka bir öğreti size hemen şunu yapıştırıyordu “Onu da sen seçtin, ha…” diyordunuz. Yani ben gerçek bir ahmağım ve Küçük Emrah gibi takılmak istediğimden mi oldu bütün bunlar.

 Gittiğim bir astrolog bunları söylemişti. Hayallerime yakınlaşmak için ruhumu, bedenimi neyim varsa gözden çıkarmıştım çünkü böyle bana bir işe yaramıyorlardı. Feda etme konusunda üstüme yoktur. Çok çabuk gözden çıkarırım. Bu yine hem büyük bir şans hem de büyük bir kayıp olabilir. Önemsiyor muyum? Evet. Yani sonucu umurumda ama yolu değil. Çamura bulanıp duş aldıktan sonra havalı cicilerle endam eylemek de kalitesiz viski içmek gibi mide bulandırıcı ama yaptım bunu da denedim. Çilekeş de oldum. Abur cubur da yedim, proteinden epeyce zengin besinlerde. Dengesi! Denge garip bir kavram. İçinizdeki ayar bozulduysa, o yalamalık ölçülerde şaşma, ruhunuzda telaş yaratıyor. Seçeneklerinizi daraltıyor. Ruhunuzu eciş bücüş, eğip büküp sola yatırıp makas atıyor.

Yaratma Sancıları

 Yeni albümü çıkan “bebeğim”ciler gibi ortaya koyduğum ürünlere çocuk muamelesi yapmıyorum. Tamam kabul güzel bir his ama büyütmemeli. Yani yazdınız, okudular, okumadılar bitti gitti bu. Sizin yıllarınızın birikimi geçti ya da geçmedi hepsi bu. Başkasına söz hakkı vermiş olmanız da ayrı cabası. Alanınızın dışına çıktığınız anda söz söylenme yetkisi filenin öteki tarafında. Siz onay bekleyen bir böceksiniz. İşte devrelerim burada yanıyor. Ben bunu nasıl seçmiş olabilirim? İnsana aşırı sorumluluk yükleyen bu filmler insanın bozuk olan ayarlarını daha da yerinden oynatıyor. Ne kadar kendiniz olarak savaştan galip çıkıyorsunuz? Savaşlar sadece kanlı olmaz çünkü. Savmaktan geliyorsa kötücülleri savmak olarak bakabiliriz. Peki kötü nedir? Çıkarınız doğrultusunda olmayan. Mutsuzsanız kötü odur. Kalbinize sancılar batıyorsa kötü ordadır. Durup durup içinizden ağlamak geliyorsa kötü ordadır. Kalp krizi geçirirken aslında ölüm ne kadar da masum ve acısız yalın diyebildiğinizde de mutluluk ordadır.

 Bütün bu duygularla kitabın başında, aynanın karşısındayım.
 Kapıları kapatın!
 Bu zil de nerden çıktı?
 Yani hayat bana yakanı bırakmayacağım, istediğin gibi melankolik takılamayacaksın illa enerjini alıp ekmek arası yapacağım ve mideme indireceğim diyor.
 Yayınevinden yönlendirmişler. Yabancı bir yazar. Bir mektup. Mektubunda beni tanımadan rüyasında kitabımın adını gördüğünü araştırarak bana ulaştığını yazıyor. Bu da zaten ancak benim başıma gelebilirdi.
 8 saniye filmine hoş geldiniz!
 Buyurun bakalım. Kitap öncesi bir de sen böl annem, gel yamacıma, gibi bir Kibariye sesi çıktı içimden. O kadar kötü hissediyordum ki, ya da kendi kendimi kötü hissetmeye programlamıştım ki umurum olmadı. Öylece bir kenara attım. Bir şeyler karaladım. İçime sinmedi ama yine de yanı başımda tuttum, ağlayarak uyuyakalmışım. Sabaha karşı gördüğüm rüyamda üstüne palto olan renkli gözlü kumral dalgalı uzun saçlı bu adam ben senin yolundayım diyordu. Aniden kalkıvermiştim. Kalbim yerinden fırlıyordu. Ateş basmıştı. Tepeden tırnağa sıcacık olmuştum. Uzun seneler önce yaşamıştım bu duyguyu. Unuttuğumu hatırlamanın verdiği rahatlık bir başkaydı. Öz güvenim yerine gelmişti. Sanki ruhundan ruhuma bir şeyler akıyordu. Hadi canım desem de kendimi onu araştırmaktan alıkoyamıyordum. Rüyalarla ilgili roman yazan popüler bir isim olduğunu öğrendim. Mektubunu tekrar algı açıklığı ile okuduğumda yarın İstanbul’da olacağını gördüm. Yayınevinin önünde beni bekleyeceğini yazıyordu. Nedense garip karşılamadım. Kek gibi gittim, bekledim ve onu karşıladım. Pazar günüydü. Nedense içimde bir rahatlık vardı. Sanki yıllardır tanıyormuş hissi. Arabayla doğrudan eve geçtik. Yıkandı. Yemek yedik. Bana baktı ve gülüştük. Dün gece rüyanda beni gördüğünü biliyorum. “Ben senin yolundayım dediğimi gördün değil mi?” deyince ben ağzımda ne var ne yok püskürdüm. Çay boğazıma takıldı ve nefessiz kaldım. O sırada sırtıma dokunarak tamam sakin ol dedi. Elinin enerjisi çok garipti. Uykumu getirmişti. Benim böyle anlık uyuklamalarım meşhurdur. Aniden bir uyku gelir ve dört dakika uyurum. Bu güven beni korkuttu. Teslim olmaktan korkmuştum. Tek istediğim şey çılgınlar gibi onunla sevişmekti ama işte hayatın bize kazandırdıkları ile yağmurlu kaygan zeminde hız yapamıyordunuz. Gözlerini kapatarak bana sımsıkı sarıldı. O anda bile içime milyonlarca veri akıtıyordu sanki. Hayatımda bu kadar bütün olduğumu hissetmemiştim. Ya hissettiremediler ya da benim alıcılarım bozuktu. Hayır sende bir sorun yok diyordu. Şöyle bir baktım. Beynimi okuyabildiğini bilmek rahatsız edici olması gerekti ancak bundan aksine zevk alıyordum. Oh be, ne güzeldi, sonunda kendimi anlatmaktan kurtulmuştum. Yolumuz bir, artık yanındayım derken beni kucakladığı gibi yatağa yatırdı.
 Ruhlarımızın ilk uykusu.
 Kitapmış, şanmış, şöhretmiş silmiştim hafızamdan. Deli gibi bir aşktı içimdeki. Sonunu da düşünmedim ilk defa. En kötüsü hayata küser kitap yazmaya devam ederdim. Ya da haritalardan silinirdim çok da abartılacak bir şey yoktu.
 Rüyamda beraber bir kitap yazdığımızı ve bunun dünyada büyük ses getirdiğini görerek uyanmıştım. Görmeni istediğim rüyayı sonunda gördün diyerek bana gülümsüyordu. Rüyama gireceğine konuşsak sanırım daha kolay olur dedim. Kahkahalarla güldü. Senin bu yönünü seviyorum. Nereden biliyorsun? Bütün bunları nasıl yapabiliyorsun? Başkası olsa seni dolandırıcılıktan yaka paça sınır dışı eder. Senden korkmuyorum. Çünkü kendine güveniyorsun demişti. Çünkü içine akanlar benim de içime akanlar. Beraber öğreneceklerimiz var. Hayatta ilk defa uyanmam gerektiğini düşündürmüştü bana.

Peki ya Siz?
Siz güne neden uyanırsınız? Sizi uyandıran şey alarm mı yoksa içinizdeki arzular mı?

Yorum bırakın