Almond Blossom – Çiçek Açan Badem Ağacı
Vincent Van Gogh – 1890
Empresyonizm – İzlenimcilik
Kuralları sorgulamak, gerektiğinde de zorlamak ve hatta yıkmak iyidir. Her kural zamanında anlamlıdır. Kural dediğin her koşulda ve durumda nizam getirmez. Bu hafta tartışmalara neden olmuş, zamanın bilirkişileri tarafından sertçe eleştirilmiş bir akımı konuk ediyoruz: Empresyonizm. Bir diğer deyişle “İzlenimcilik.”
1870’lerde ortaya çıkan bu akım, sanatçının gördüğünü taklit etmesindense görülen karşısındaki hislerini ifade etmesine odaklanır. Manzarayı değil, manzaranın yarattığı hissi yaratma konusunda eserler ortaya koyar. Dönemin kurallarını belirleyen akademisyenlerin, gerçekliği mümkün olan en iyi şekilde, değişiklik yapmadan ve mükemmellik içinde temsil etmek istemelerine karşın empresyonistler gerçekliği duygularına göre kendi yollarıyla anlatmak isterler. Tartışmalar ve sert eleştiriler sonucu akımın öncüleri, – bana göre- sessizce sanatta bir nevi özgürlük yolunda adımlarını atarlar. İzlediğimiz resim bize hayattan ufak bir an gibi geliyor ise yani bir izlenim görebiliyorsak hoş geldiniz empresyonizm dünyasına…
Dingin ve nazik bir eser olarak tanımlanan Çiçek Açan Badem Ağacı… Tamamen duygulara yer verilen bu akımın örneklerinden biridir. Bir sabah usta ressam Vincent Van Gogh’a kardeşinden bir mektup gelir. Yeni doğan yeğenine kendi isminin verildiği haberini alan Van Gogh, bu resmi küçük bebeğe atfederek şöyle tanımlar: “Masmavi bir gökyüzü üzerine resmedilmiş bembeyaz, saflığı temsil eden badem çiçekleri… Yer yer tomurcuk şeklinde olan çiçekler yeni bir yaşamı müjdeler.” Ancak ne acıdır ki bu resimden kısa bir süre sonra hayatına son verir. O nedenle belki de burada yeni bir varoluş ve beraberinde gelen yok oluşu simgelemektedir. Ressamın hüzünlü vedası bir kenara her seyirci gibi ben de başka duygular buldum.
Duyguların, hayallerin, sezgilerin gerçekle buluştuğu akıma kapılmamak elde değil. Güçlü ağaç gövdesinin, birbirine sarılmış dalların ve her an yeni bir tanesi tomurcuk verip çiçek açacak gibi beklenti yaratan bu tabloda hayaller kurabilirsiniz.
Hayatın içindeki renkleri düşünsenize, bazen ne kadar canlı bazen ne kadar soluk. Bazı günler güneşin içinizi ısıttığı bir sabaha uyandığınızı sanarken gün içinde bulutlar bir anda belirip içinizde yeşeren renkleri güçsüzleştirebilir. Ama her zaman yeniden başlama, yeşerme, çiçek açma vardır. Tıpkı dallarında açmayı bekleyen tomurcuklar misali. Sadece bazen hatırlamamız gereken bir “umut” duygusu vardır. Umut ederken yalnız olduğunuzu düşünür müsünüz? Kendisine güvenen ve kendi kararlarını verebilen birey, düşünmek ve sorunları çözmek eğilimindeyken kendisiyle baş başa kalarak bir nevi yalnızlaşır. Kendisi olabilmeyi başardığında ise kendisini ifade edebilmek için duygusal dünyasını kullanabileceğini keşfeder. İşte bu keşiflerin çok kıymetli olduğuna inanırım. Duygusal dünyanızda var olan tüm gerçeklerin, olumlu ya da olumsuz olduğundan bağımsız, sadece var olduklarını fark etmek gerekir. Çünkü sizi siz yapan, aldığınız hemen her kararın ardında yatan tek gerçek: “duygu”nuzdur. İşte burası bana göre duygu ve gerçeklik arasındaki o ince çizgidir. Tavuk yumurta misali, duygular mıdır yoksa gerçekler midir hayata yön veren?
Bu soruyla sizi baş başa bıraktıktan sonra başka bir kapı aralıyorum. Sadece duygulara teslim olduğunuzda ise bazen sürüklendiğinizi hissedebilirsiniz. Felsefenin babalarından Spinoza der ki “ İnsanlar her şeyi duygularıyla yönetmeye kalktıklarında ve dolayısıyla zıt duygular arasında gidip gelmeye başladıklarında ne istediklerini bilmez hale geliyor.” İtiraf ediyorum ben çok yapıyorum bunu. Özellikle kendim olabilmeyi başardığımda, duygularımla yüzleştiğimde fark ettim ki marifet sadece duyguları kabul etmek değil, onları nasıl nerde kullanacağını bilmekmiş…