Kendinden habersizliğin, içinde tutarlılık barındıran sarmalıyla çevrelenmişti çamaşırcı. İlk bakışta sakin, dingin bir ruhsallığı anımsatan, fakat konuşmaya başlayınca kaos dolu zihninin gücünü, dudaklarının girintili çıkıntılı mimiklerinde görebileceğimiz bir karakterle karşılaşmıştım. Çaba göstermeden sabit tutabildiği bakışları yüzünden -muhtemelen- karşısında hareket etme ihtiyacı duyuyordum. Hafifçe sağa sola kımıldanarak cansızlığını test ettiğim gözleri kirpiklerinin yorgunluğuna yenik düşünceye kadar da rahatlayamamıştım. Direkt gözlerime, burnuma, ağzıma bakmamasına rağmen, tüm duyularımın şikayetçi olmalarına, küçük titremelerle tepki vermelerine şahit oluyordum. Karşımda öylece kasaya yapışmış gibi duran, oldukça sıradan -bazen sıradanlığın seviyesi karşısında dehşet içinde kalabilirsiniz- ne düşündüğünü anlamak şöyle dursun, kendimin ne düşündüğünü kestiremeyecek kadar köşeye sıkışmış hissediyordum.
İlk soruyu ben sordum. “Buranın sahibi amca hala hayatta mı? Umarım yaşıyordur.” Sorunun içeriği umurunda bile değildi. Benden bir söz, bir kelime, sohbetin devamını getirebilecek bir mimik gözlerindeki rahatsız edici, gözlerimi kamaştıran o ışığın artmasına yeterdi. “Ha evet. Babam olur kendisi. Artık ben işletiyorum. Malum yaşlandı.” “Çocukluğumdan beri gelirim buraya, gözlerim onu aradı.” deyişimle sorular silsilesinin ilk adımını da atmış olduk böylece. Soru-cevap birlikteliğimizin etrafının yavaş yavaş sıkıntılı bir alevle çevrelendiğini hissediyor, kaçamıyordum.
-Çocukluğunuz burada geçti demek. Nerelisiniz peki?
Kendime kızmıştım. Bu sohbetin açılacağını bile bile niye yapıyordum bunu? Kaçamayacağımı anladığım her durumun asıl faili, her daim kendim olmalıymışım gibi davranmaktan vazgeçmeliydim. Terk edilmekten korkan sevgilinin sürekli ayrılık çanları çalmasına benziyordu bu. İstemediğim bir sohbetten kaçamayacaksam eğer sohbetin fişeğini ilk çeken ben oluyordum. Nereli olduğumu söylemekten çok memnunmuşum gibi bir ifade takınarak “Buralıyım ben.” Buralı. Yerlisi buranın. Yabancı değil. Korkmayın. Korkmayım. İyiyim yani, sizden. Dışarıdan biri değil, oralı değilim, buralıyım. Sizin gibiyim. Başkası gibi değilim. Benzeriz, hatta durun, aynıyız. Aynayız. Aynadakiyiz. Sevdiğiniz. En çok bildiğiniz, sizden. En çok tükettiğiniz, çoğalttığınız.
Biraz daha ileri gidip doğup büyüdüğüm mahallemin adını da söyledim tabii ki. “Bilirsiniz, Çerkes mahallesi!” Çerkeslerin o bilindik, her fırsatta Çerkes olduklarını belirtme hevesi içimden fışkırmıştı. Kapağını zorlukla zapt ettiği büyük merak kutusu artık baş edilemez olmuş, son hamlemin itici kuvvetiyle kutuyu açacak fırtınayı başlatmıştı işte. Sorular art arda gelmeye devam etti. “Adigabze voş’a? Çerkesçe biliyor musun?” diye sormuştu. Bu soru çocukluğumdan beri yakamı bırakmamıştı. Biliyorum ama sizinle bunu konuşmak istemiyorum mahiyetinde Çerkesçe “sıcer’ep” diye cevap verirdim. Bu cevap karşımdakine tebessüm ettirmekle kalmaz, sohbeti usulca kesmesine de sebep olurdu. Bugün de öyle yaptım. Oyunbaz diyaloğum kasanın efendisinin çok hoşuna gitmişti. Kahkahalarla karşılık verdi. Hem de yas tutan ön dişlerine rağmen! Cevabımı beğenmenin verdiği hazla ikinci soruya da geçti.
-Kimlerdensin peki?
-Terzi Halim’in kızıyım.
Sustu. Dükkanın hâkimi değildi susan. O an etrafımdaki her şey sustu. Babamın terzi dükkanı dışında her şey sessizliğe büründü. Bir adım geride, saygıyla dinlemeye başladı. Sigara ve ahşap kokusu sinmiş o küçük, zemininde adımlarımızın bedenleştiği, rengarenk kumaşların özenle, sevgiyle dizildiği, kocaman, çerçevesi soluk kocaman aynanın hakimiyetini ilan ettiği, çocukluğumuzun eşsiz tadının “Terzi Halim’e iki oralet!” sesiyle koşullanan, biri caddeye, biri pasaja açılan iki kapının arasında, sabah 8’den akşam 8’e kadar yaşayan, geceleri ölen, sahibini heyecanla bekleyen uslu bir kedi renginde, üçte birini ahşap çalışma konsolunun kapladığı dükkan konuşuyordu artık. Konsolun katlanan bölümü çalışma saatinin başladığını ve bittiğini işaret eden o tatlı, hızlı hareketi, dikiş makinelerinin kardeşimle beraber içeri girdiğimiz akşam saatlerinde aniden susuşu, ağır ütülerin babamın elinde kuş gibi hafifleyişi, konsolun üzerine ustaca hareketlerle açılan kumaşın itaatkar tavrı, ütü masasının üstünde titreyen, arada sönen fakat babamın döndürerek tekrar çalıştırmayı başardığı küçük lamba, o sarı ışık. Babamı daha da sararmış, içerlemiş, yorgun ve solgun gösteren ışık. Bunlardı konuşmaya başlayan. Terzi Halim’di. İçli ve suskun. Kızına, oğluna hasret. Kendine olan gurbetinden bu uzaklık. Bu gurbet gelenekten, görenekten. Sürgünden miras bir suskunluk.
Gözlerim dolmuştu. Ama yaş değildi gözlerimi dolduran, geçmişti. Geçmiş tam da orada, öylece kalmıştı işte. Bundan böyle, gözlerimden hep o sarı ışık sızacaktı sanki, irkilmiştim. Gözlerimi ovuşturmuş, kirpiklerimi kırpıştırmıştım ama yaşananların, özellikle de yaşanamayanların, kavuşulamamış, ayrışamamış bir bağın temsilcisinin, terzi dükkanının yaş olup akmasını sağlayamamıştım.
Sattığı çamaşırların ebedi iz sürücüsü orada öylece bana bakıyordu. Görmüş müydü sahiden sarı ışığı gözlerimde? Dükkan birden gözüme daha da loş göründü. Gotik bir resmin içindeydim sanki. Üçüncü soruyu soracağını başını hafifçe sağa sola oynatmasından anlamıştım. Kelimeleri toparlamaya çalışıyordu. Hayret! Bir özen, bir dikkat sezinlemiş, o birkaç saniye içinde kalmaya çalışmıştım. “Baban, amcan öldüğünde küs müydü?” dedi. Lanet olsun ki özen değildi duraksama sebebi! Baban deyişindeki o gizil düşmanlık da neyin nesiydi? Sağa sola kımıldanırken, düşünsel o gidiş gelişin maksadı soruyu tam kalbimden vuracak şekilde hizalamaktı. Anlayamamıştım. Bazı insanların salt kabalıktan yaratıldığına inanmak istemiyordum, bu saf dil tavrım maalesef yıllarıma mal olacaktı. “Amcamın ölümünden bana ne?” diyemedim. “Gayet iyilerdi.” dedim. “Sence neden baban amcanın istediği gibi olamadı? Onun istediği çevrelere neden giremedi?” dedi birden. Beni duygudan duyguya bu kadar hızlı şekilde geçirebilen başka bir insan daha tanımamıştım. Öfkem başıma çıkmış, kendimi kaybetmeme çok az kalmıştı. Yoz, katıksız, eleksiz, ilkel sorulardı bunlar. Tiksinmiştim. “Babam tercih etmedi. O kendi yolunda ilerledi.” dedim sakin kalmaya çalışarak. “Hangi yolda?” diye sordu annem içeriden, evimizin mutfağından, tezgahın önünden. Müteahhitin ilk işi mavi-yeşil uyumsuzluğunun tanrısı mutfağımızdan haykırıyordu adeta. “Allah aşkına hangi yolda?” Histerik şekilde bağırıyordu bana. “Bana ne verdi senin baban? Bana ne verdi söylesene?” annem susmuyordu. Karnımdan göğsüme yumru halinde yükselen o ses yığını ele geçirmişti şimdi de. Babamı koruyamıyordum.
“Peki şimdi ne yapıyorsun?” diye sordu. Boşandım, iki tane kızım var. Bu tuhaflıklarla dolu toplumda ayakta kalmaya çalışıyorum demeliydim ama nezaketim -başıma her daim iş açan genlerimin en büyük laneti- izin vermedi. Burada yaşıyorum ben, evliyim. İki de kızım var, dedim.
Eşin, Çerkes mi?
-Evet.
-Ha, aferin! Damat bey nereden?
-Buralı!
-Kimlerden?
-Araflıgillerden.
-Bilmiyom bak onları. Olsun iyilerdir mutlaka.
-Tabii ki, çok iyiler. İyi madem sen şunları hesaplayıver.
-Tamam abla. 1000 Lira.
-Şuradan çekelim.
-Al abla, güle güle kullan!
Selam söyle babana, demedi, diyemedi. Belli ki amcamın ruhuna ihanet edemedi!
Çok güzeldi o ağır ütünün babanın elinde hafiflemesi beni çok duygulandırdı
Güzel bir yazı, güzel şeyler hatırlatıyor ve hissettiriyor, yazarın diğer yazılarını da okuyacağım 🙂
Soru sormaya giderken sorularla karşılaşıp geçmişin derinliklerine inmek etkileyiciydi Çamaşırcidan terziye ilmik ilmik uzanmak öyküye birazda hüzün katmış.Hikayelerde etnik kimliklerin işlenmesi biraz moda gibi . Öykünün örgüsünü beğendim.