“Ne bu karne, git gözüme görünme!” diyen bir baba.
Sahilde bir erkek çocuğunun çığlığı.
Patronu, “Bu proje olmaz, onaylamıyorum.” diyerek mavi dosyayı uzattı. Kendini ne zannediyorsun be adam, dosyamı doğru dürüst incelemedin bile, sen “Bahçeli Site”den ne anlarsın hödük. Her yere blok dikmeyi bilirsin anca, bir karış toprak olmasın. Patronun odasından çıkarken deri kaplı kapıyı her zamanki gibi kapattı. Sertçe kapatmalıydım ama değmez.
Gri koridorda yürüdü, karşısına çıkan çaycının selamına gönülsüzce karşılık verdi. Ofisine girdi, kapıyı hırsla çarptı. Mavi dosyayı çalışma masasının üstüne fırlattı. Masanın üstünde aile fotoğrafının olduğu çerçeve sallandı ama devrilmedi. Karısı Emel ve oğulları, fotoğraf karesinden ona canlıymış gibi bakıyorlardı. Karısının “Müdür karısı olmayı çoktan hak ettim, emekli yaşın geldi hâlâ emir alıyorsun ondan bundan.” diyen sesi çınladı kulağında. İllâ müdür mü olmak lazım, namusumla para kazanıyorum. Ah Emel senin moda merakın müsrifliklerin. Mert ile Yiğit’i biz şımarttık, istekleri gak değince oldu guk değince oldu. Bilgisayarındaki bütün proje dosyalarını sildi. Tamam işte bu kadar. Duvarda asılı Belleğin Azmi tablosu sağa eğik duruyordu, küçük bir dokunuşla onu düzeltti. Sehpanın üzerinde inşaat dergileri düzenliydi. Camın önünde yıllardır ona eşlik eden can yoldaşı çiçeklere dokundu, vedalaştı. Nefesi daralmıştı hemen pencereyi açtı. Bulutları görmek için başını kaldırması gerekmiyordu. Bulutların içindeydi zaten. Havuza dalmış da boğulmak üzereymiş gibi hissediyordu kendini. Derin bir nefes aldı sonra yavaş yavaş verdi, iki kez daha yaptı bunu.
Ara sıra ofisinden gökyüzüne değil, sahile bakar; yaşlı çınar ağacını, belediye bankını ve üstü mavi muşamba ile örtülü kıyıya demirlenmiş gri bir sandal görürdü. Şehirde zaman eğrilip bükülürken sadece bu manzara karşısında umursamazdı zamanı. Telefonunu kapatıp masanın üstüne bıraktı. Evrak çantasından arabanın kumandasını aldı. Sonra kravatını gevşetip çıkardı. Deri koltuğun üstüne fırlattı. İşte bu kadar, kravat lazım mı? Artık değil.
Gün ortasında hava karardı. Erken akşam. Asansör kullanmadan indi aşağıya. Eli cebinde yürüdü sahile; çınar, bank, sandal yaklaştıkça büyüdü. Bu sandal niye burada durur hep? Ne var acaba içinde, belki başka bir dünya. Çınardan düşen yeşil yaprağa baktı öylesine. Sonra bakışlarını karşı kıyıyı çevirdi. Orası da sisli, puslu. Arabasının kumandasını sağ elinden sol eline attı sonra cebine koydu. Sandala yaklaştı, mavi muşambayı gireceği kadar araladı usulca kimseye fark ettirmeden girdi içine. Yan yattı başını kollarının arasına aldı. Nemliydi, yosun kokuyordu sandal. Korna sesleri, diğer banklarda oturanların konuşmaları, kedi miyavlamaları, köpek havlamaları, martı sesleri… Emel iştedir hâlâ. Mert ile Yiğit kurtlar gibi aç gelmiştir eve. Kollarını kulaklarına bastırdı, kentin sesiyle sabah onu uyandıran alarmın sesi karıştı birbirine.
Babasının “Oturun kıçınızın üstüne gürültü yapmayın. İşyerinde kafam şişti, kolay mı tornada çalışmak, sizin boğazınızı besleyeceğim diye imanım gevriyor akşama kadar!” diyen sesi kulağında çınladı. Diklenmek mi babaya, yapamazsın. Ata o, ata. Sus hep sus…Derin bir nefes aldı, annesinin tarhana çorbasının kokusu egzoz kokusuna karıştı.
Mavi muşambanın rengi koyulaştı. Hava kararmıştı. Sıcaklık azalıyordu. Gece üşür müyüm? Yaz günü üşünmez, kış olsa ayazda ölüm bulunur, ölümmm. Markalı kol saatinin tik tak tik tak seslerini işitiyordu. ‘Aradığınız kişiye ulaşılamıyor’ mesajı çoğalıyordur Emel’in telefonunda. Maaş günü bugün. Kartlarım, ek kartlar…son ödeme tarihleri, otomatik hesaptan ödenir. Tam yemek saatiydi midesinden sesler geliyordu. Nermin hanım o gün karnıyarık yapacaktı. Patlıcan kokusu yayılmıştır. Acıktım. Yemek yeme öl.
Sokak lambasının sarı ışığı düştü mavi muşambanın üstüne. Gözü önce kamaştı sonra alıştı. Patronuna, iş arkadaşlarına alıştığı gibi. Dalgalar, kayalara vuruyordu. Susuzluktan kaç günde ölür insan, beş günde, yok yok üç gün diye duymuştum. Aman boşver. Çocukken kardeşi Ayşe ile hayrat çeşmesine gittiği günleri hatırladı. Musluğa ellerini dayayıp su içerken elbiselerini ıslatırlardı, anneleri de elbiselerini değiştirirken çekişirdi onlara. Eğer babalarına yakalanırlarsa bir temiz dayak yerlerdi.
Eve dönmeyince, Emel akrabaları eşi dostu aramaya başlamıştır. Bir yandan da “Telefon diye bir şey var, arar insan. Sen gelirsin eve, hesap vereceksin hesap hesap!”diye söyleniyordur. Yıllardır hiç değişmez mi insan? Vır vır, dır dır.
Şehrin gürültüsü azalırken denizin sesi artıyordu tahterevalli misali. İpeksi rüzgara kapılan çınar yaprakları uçuşuyor, birkaçı gri sandalın mavi muşambasının üstüne düşüyordu. İçimde bir boşluk, azalan insan sesleri… şehir küçülüyor. Nem artmaya başlamıştı ceketinin yakasını kaldırdı. Dizlerini başına daha da yaklaştırdı.
Belleğinin labirentlerinden çıkan yine bir çocukluk anısı, annesinin “Bir daha eve geç gelmek yok, babanız gelmeden evde olunacak!” uyarısı. Kardeşiyle başlarını öne eğerek “söz bir daha olmayacak” diyerek karşılık verdikleri masum halleri. Evlenmek, söz vermek. Bankaya söz vermek sözleşme… evin borcu…ödenmezse eve haciz… Ve artan masrafları düşünürken uyudu.
Ritimsiz ayak sesine uyandı. Bir sarhoş, sandala yakın bir banka oturdu. “Be kadın… Ara olmayınca beni kapı önüne koyuyorsun. Koca mıyım? Baba mıyım, neyim? Beni sayan yok.” diyerek konuşuyordu kendi kendine.
Şu adamın derdini dinlesem, ev, iş kendi derdimi unutsam. Siyah beyaz bir kedi miyavlayarak sandala sürtündü. Eyvah! kediye yakalanmak ne kötü, sırası mı şimdi sandala sokulmanın. “Git kedi git!” dedi.
Ayyaş “Hey kim var orada” diye bağırdı. Eyvah! muşambayı aralarsa yandım. Balıkçıyım derim, saçmalama, bu kıyafete inanır mı herif, sarhoş olsa da.
Kedi patileri ile tırmaladı gri sandalı, sonra mavi muşambanın ipini gevşetti. “Git kedi git! Rahat bırak beni!” dedi nefesini tuttu, hareket etmedi.
Ayyaş sandala yalpalayarak yürüdü. “Kedi konuşuyor musun sen? Ne acayip şeysin!” dedi. Kedi kaçtı. “Aman aman sen de git. Eve şuradan mı gidiliyordu? Karım almaz içeri. Hayat ben sana ne yaptım yoluma taş koyuyorsun,” diyerek uzaklaştı adam…
Çok şükür gitti, doğru dürüst içseydin be adam, al işte kendi kendine konuşursun böyle, sanki dinleyenin var. Ayşe ile eve getirdikleri yavru kedi bellek denilen kuyudan yüzeye çıkıverdi “Ulan ben size bakamıyorum bir de bu bitli kediye mi bakacağım,” diyen babası, uzaklara götürüp bırakmıştı kediyi. İki kardeş kafa kafaya vermiş babasına duyurmamak için bahçede elma ağacının altında içli içli ağlamışlardı. Kuki mırmır dolaşıyordur oda oda. Gergindir Emel, sigara içiyordur herhalde peş peşe. Ah bir sigara olsaydı, ne iyi olurdu, efkar dağıtmaya. İstediğim şeye bak sanki sandalın içinde içebileceğim.
Tutulmuştu vücudu. Sağdan sola dönerken cebinde arabanın uzaktan kumandasını hissetti. Neredeyse arabayı değiştiriyordum. Borçlanmadığım iyi oldu. İki yılda bir araba mı değiştirilirmiş. Mert ile Yiğit’e kalsa her yıl son model.
Denizin kokusuna teslim etti kendini. Gözleri kapandı, nefesi yavaşladı, vücudu gevşedi. Denizin içine daldığını, gümüş balıklarının yanından geçtiğini hayal etti. Gövdesi kocaman, kafası kocaman, kabuğu sert bir kaplumbağa sırtına aldı onu. Vücudu daha da gevşedi. Uyudu.
Köpeklerin boğuşma sesine uyandı. Dalgalar sandala şap şap vuruyordu. Eyvah çişim geldi, ne olacak. Sandaldan çıkmam, katiyen çıkmam. Burası rahat. Yap çişini ulan, takım elbisene işe , bok gibi para ödediğin takım elbisene. Zorlanarak diz çöktü. Sonra bıraktı ılık ılık. Sandal sidik kokuyordu artık. Yarım kalan uykusuna yeniden daldı. Yeşil bir vadinin yamacındaydı, her yan elma, muz, şeftali, portakal ağaçları. Kırmızı büyükçe bir elmaya uzandı yok oldu elma, vadinin sonunda heybetli bir kaya duruyordu. Vardı yanına. Kayanın tepesinden attı kendini boşluğa; düşmüyor uçuyordu, babası, annesi ve Ayşe ile. Dalgaların gri sandalı parçalayacakmış gibi vurmasına uyandı. Hani babam ölmüştü. Mavi muşambanın üstünde su damlacıkları belirmişti. Susuzluğumu giderir mi bu su zerrecikleri? Hayır, hayır su içmek yok…Emel karakola gitmiştir. Polis arıyordur. Bulamazlar bulamazlar. Sandala bakmak akla gelmez.
Kurumuş dudaklarında gezdirdi dilini. Annesinin kızılcık şerbetinin tadı damağına yayıldı ama uzun sürmedi keyfi, babasının kızılcık sopası ve sızlayan elini gereksiz yere hatırladı. Kaldırımdan geçenlerin adım sesleri susuzluğun uyuşukluğu ile birleşince sığ bir uykuya çekildi yeniden. Kaç saattir sandalın içindeydi, bunun önemi var mıydı. Muşambanın üzeri karardı. Soğuk bir rüzgar esmeye başladı. Annesinin “Oğlum havaya aldanma al montunu yanına” diyen sesi kulaklarında çınladı. İyi ki çıkarmamışım ceketimi.
Dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçtiği yılın yaz tatilinde babası “Niye Ahmet beyin oğlu gibi sınıfın birincisi olamıyorsun, üçüncü olmak yeter mi? Neyin eksik senin ondan? Yarın ayakkabıcının yanına çırak vereceğim seni, gör bakalım para kazanmak nasıl oluyormuş” demişti. Ustaya yanlış verdiği çiviler yüzünden azar işitmiş, pataklanmıştı. Babasına söyleyemedi, söylese o da hizalardı. Niye hatırlıyorum ki durduk yere bunları. Daraldı, kalbinin üstüne koydu sağ elini.
Çocukluğunun acı anıları gözünün önünden geçerken aniden patronunu hatırladı. “Bahçeli Site de neymiş!” deyip duruyordu. Yumruklarını sıktı. Bahçeli siteler, bahçeli. Tek katlı evler, deniz kenarında, ne güzel olur, bahçelerinde kasımpatı karanfil.
Aniden şiddetli bir rüzgar esti kuzeyden, sandal savruldu. Yağmur başladı, ardından gözleri kamaştıran şimşek. Şehrin gürültüsüne meydan okuyan gök gürültüsü. Kabarmış köpürmüş dalgalar, sandalı yutmaya hazır çekiştiriyordu. Küpeştelerinden tutundu sımsıkı. Su girdi sandala. Su içmek yok, açma ağzını. Öl öl. Kıyıya çarptı sandal defalarca. Tahtaların çivisi gevşedi ama parçalanmadı. İyice karanlık oldu sahil. Şimşek, gök gürültüsü ardı ardına geldi. Nereden çıktı bu dalgalar şimşek, gök gürültüsü. Korkuyordu, çok korkuyordu. Annesini istiyordu yanında.
Sandalın halatı kopmuş mavi muşamba uçmuştu. Sahilden denize doğru sürüklenen parçalandı parçalanacak gri sandalın içinde projesi kabul edilmemiş aç, susuz bir adam, “Kurtarın beni… Kurtarın beni … Kurtarın beni” diyerek çığlığını duyurmaya çalışıyordu kıyıdakilere.