Öylesine yalnız ve acizdiler ki ancak diğerlerinin yaşamlarındaki gedikleri bularak kendi hayatlarında çoğaldıklarını hissederlerdi. Kadınlar kimi zaman tehlikeliydi. Özellikle hayatta gerçekten hiç sevilmemiş, kendisiyle bütünleşememiş ve dedikoduya ayıracak bolca vakti olan kadınlar…
Seçilen kurbanın hayatını, yaşam tarzını ve/veya hikayelerini alçakça yererek içlerindeki arsız, şişkin egolu, haddini aşan cüretkârları perdeliyorlar ve böylelikle kendilerini çok daha kadınsı hissediyorlardı. İnsanoğlu evrim sürecinin bilmem kaçıncı evresinde olursa olsun, Maslow’un hiyerarşisine göre temel ihtiyaçlar seviyesinde tatmin edilmemişse en ilkel düzeyde dürtülerini kontrol etmekte zorlanıyordu. Bu yönüyle belki de hoş görülmeliydiler… İşin içine daha çok anneden geçtiği söylenen zekâ düzeyi, atalardan miras kalan genler, genetik hafıza, bilim adamlarının son yıllarda üzerinde durduğu suç geni araştırma sonuçları ve bu yüzden gelecekte belki de psikopatların bile işledikleri suçtan ötürü ehil tutulamayacakları iddiaları ve bilumum ortaya çıkan yeni buluşlar, bilimsel gelişmelerin sağladığı artan bilgi ve farkındalık düzeyi, yine araştırma metotlarının gelişimi ve arkeolojik kazılar ile ortaya çıkan yeni ve bilinenden de daha eski antik buluntular, ortaya yeni çıkanlar ile her defasında çürütülen yerleşik bir bilgi ve yanlışlanan bir tarih dizgisi ve bunların sonucunda geldiğimiz noktada insanoğlunun yeni karmaşık bilinç düzeyi, dünya halklarının kontrolünü elinde tutan vahşi kapitalizm veya ihtiyaçları karşılamakta yetersiz olan ve insanoğlunun doğasına meydan okuyan sosyalizm, aşırılığa kaçan komünizm ve bunların arasında kalan gizli hegomanyalar altında manipüle edilen ve çarpıtılan gerçekler, ideal olanı sunduğunu yutturabilen siyasi otoriteler, üzerinde çok da gereği düşünülmeyen ve yakın zamana kadar çoğunluk tarafından göz ardı edilmiş olan ezoterizm ve diğer kadim bilgilerin ve uygarlıkların tarihçeleri, etkileri vb. olgulara bakılırsa belki de insanoğlu zaten yüzsüz, ahlaksız ve alçak olmaya hakkı olan varlıklar olarak her konuda tolere edilmeye de layıklar…. Tabii Tanrı bu karmaşanın neresinde duruyor? Bu da anlaşılması zor ve ayrı bir konu olarak beş duyu ile algılanamayan bu gizil baş öğretmen de uzaylılar dünyaya apaçık geldiğinde mi anlaşılacak yoksa yirmi bir gram olduğu iddia edilen her bir özgül ruhun gideceği yere varınca mı?
Öyleyse; “Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değer değildir.” Sokrates haklıysa eğer, hayat sorgulanmaya değerdi ve onunla ilişkisi olan tüm kavram, kuram ve metalar da. Bunu temel alacaksak eğer -boşuna Sokrates denmedi ki her konunun ortasında onun temel öğretileri hala değerini koruyor- yine Sokrates dememiş miydi: “Erdem insanın kendini bilmesiyle ortaya çıkan, yaşamı daha iyi hale getiren ve bizi mutlu kılan bilgidir.” Sokrates’e göre ahlak, amacı iyi ve iyilik olan bir düşünceydi. Bu durumda iyi niyetli olmayan, düşüncelerinde iyilikten zerre barındırmayan nihayetinde kendisi mutsuz, enerjisi negatif ve insanlığın bütününün hayrına pozitif anlamda hizmet etmeyen insancıkları da erdem sahibi olmayan ahlaksızlar olarak tanımlamak da acımazsız bir çıkarım sayılmaz. Bu konuda da kadınlar da yeryüzünün yine en usta canlılarıydı… Hayatı neticede onlar doğuruyor, çocuğun en temel öneme sahip ve yerleşik mayasını oluşturan eğitim döneminde en çok mesaiyi harcayarak bakımını sağlarken beyinlerine bilinçli veya bilinçsiz kendi ruhlarını nüfus ettiriyorlardı. Bu konudaki etkilerinin çok daha kritik bir öneme sahip olduğu yadsınamayacağı gibi bu tespitlerden kadın düşmanlığı çıkarımını yapmak da hiç sağlıklı olmayacaktır. Bu noktada aslolan, yaşam inşasında en etkili olanın kadınlar olduğunu ifade etmek üzere hayattaki mimari önemlerini vurgulayan umutsuz serzenişler olarak algılanmalıdır.
Duruşuyla, mizahıyla, imalarında veya tavrında bunları dile getirmek de dürüstlüğün en sanatsal ve güçlü birer göstergesidir. Buna cesareti olanlar sürünün dışında bırakılmış ancak tarihte doğru veya yanlış, gerçek veya gerçek üstü iz bırakmış neticede ismini uzun süre ölümün ardında da yaşatabilmişlerdir. Bu başarı, bilinçli ya da bilinçli olmayan ama dürtüsel ama zekice ve belki de sadece sahip olduğu iyi muhakeme yeteneği ile diğerlerinden farklı olanı sunarak ayrı bir kategoride sınıflandırılmış, ya varoluşsal sıkıntılarının kaynağını ararken asıl değerli olanın değerine ulaşmış, içinde bulunduğu nesil veya ileri dönem için önem arz edecek icadı öğretilere dikkat çeken ya da delilik haliyle deha olarak algılanan ama yine yaratılıştan veya sonradan yaşanan deneyimler sonucu belki de tesadüfen deneylenen bir dışavurumun sonucu mudur? Bu ihtimallerin hepsi uzun uzadıya tartışılabilir. Özellikle içlerinde dikkat çeken delilik ve tarihçesi: Michel Foucault tarafından üzerinde çokça derinlemesine incelenmiştir; delilik ile dahilik arasında çok ince bir çizgi olması da yine dualite dünyasının bize sunduğu bir nimet olarak algılanabilir. Bunun içerisine yaşadığımız hayatın bir illüzyon ya da simülasyondan ibaret olma ihtimali de eklenecek olursa eğer aslında hepimizin birer kör deli olduğu genel varsayımına ulaşmak da mümkündür.
Nietzche’nin altını çizdiği şekilde O; sorgulamayı, eleştirmeyi bilmeli, ön kabullerden zihnini arındırmalı ve hiçbir şeyi kutsal olarak görmemelidir. Kendisiyle veya diğerleriyle çelişkiye düşen insan için asıl kıymetli olan; sorgulamak, erdemli eleştiri adabına sahip, önyargısız ve hiçbir tikeli putlaştırmayan bir birey olarak örnek olmaktır.
Ama ya aslında hiçbir şey bilmiyorsak…
Örneğin: Edebiyat ve diğer sanat sayılan çeşitlemeler, hayatı zenginleştiren önemli araçlardır. Sadece akla ve mantığa değil, beraberinde hayal gücüne ve duygulara da hitap eden, bireyin dünyasına ışık tutan, olumlu ve olumsuz izlerinin insan kişiliğine etki etmesi sonucu kimi zaman gerçek yaşam öykülerine de yön veren ve kişiler üzerinde dikkat çeken bir düzeyde değişkenlik tesirine rağmen sanat, maalesef, tarihte hep sınırlandırılmaya çalışılmaktadır. Çünkü objektiflik kazandırılmaya çalışılan sanatın değeri, genel geçer bir kısıtlama içerisinde sadece entelektüel sayılan birtakım kitlelerin tekelinde ve onların görüşleri temel alınarak biçilmektedir. Bu durum, sanatın bir nevi mahkûm edilmesi ile sonuçlanmış; bu dalların zenginliklerini, değerlerini ve kendilerine has yegâneliklerini de zaman zaman baltalamaktadır. Mesela, neden edebiyatın hitap ettiği kesim, beğenisini kazanmış okuyucu kitlesi ile edebiyat otoritesi sayılan, eleştiren, değerini biçen kesimler arasında kimi zaman ve gün geçtikçe artan bir düzeyde çatışma söz konusudur? Ya edebiyat da tamamıyla sübjektif ve normatif olmayan bir ilkeler bütünüyse? Bu durumda gerçeği bize kim söyleyebilir? Neden herkes aynı eserden aynı hazzı almazken nihayetinde her sanatın hitap ettiği kesimler, bu kesimler içerisindeki insan profilleri, yaşam tarzları ve eğitim düzeyleri de birbirinden çok farklılık gösterebilmektedir?
Ülkemizden örnek vermek gerekirse, Orhan Pamuk’un eserleri “edebi otoriterlerce” yüksek önem düzeyinde tutulurken, ödüllü bir yazar olarak da referans alınırsa neden kendi topraklarının insanlarından çok Fransa’da daha çok sevilen, beğenilen ve okunan bir yazardır? Bu tezatlar karmaşık görünse de edebiyatın; kitleleri, sınırları, zamanları ve kuramları aşan bir boyutta değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koyar.
Her öyküyü her okuyucu sevmez, bu durumda edebî olmak ne kadar değerlidir? Her insan bir dünya iken, tek bir dünyada sınıflandırılmış bir edebiyat ne kadar doğru bir değer taşıyabilir?
Gabriel Garcia Marquez, edebiyat tarihinde bir dönüm noktasında dururken günümüzde en değerli kitaplardan sayılan otobiyografik kitabı Yüzyıllık Yalnızlık’ta domuz kuyruklu çocuk doğurma endişesi taşıyan karakteri ile çoğu okuyucuda büyülü olduğu kadar inandırıcı bir iz bırakırken, anektodun etkisinden kuşkuya düşen eleştiri sahipleri acaba şimdi nerede saklanıyorlar?
Eleştirinin ahlakı, savunulması gereken çok önemli bir kuram olarak sadece sanatta ve edebiyatta değil hayatın tüm alanlarında da aynı değeri görmesi gereken bir erdemdir. Eleştiride dogmacılığa ve kuşkuculuğa yer yoktur. Eleştiri kesinlikle kati etik bazı ilkelere sahip olmalıdır ki nesnel görünen herhangi bir normun arkasındaki öznelliği de kavrayamayan bir akıl tarafından ortaya konulursa eleştirinin yapıcı etiğinden de yoksun olacaktır. Bu bağlamda eleştiri olgusu; erdemli, iyi niyetli, değer katan, nesnel bir bakış açısına sahipken öznel gerçekliğin de boyutlarını kavrayamayan bir zekâ ve bilinç düzeyinden uzak tutulmalıdır. Çünkü, bu durumda sanat için yapıcılığını kaybedecek ve yıkıcı sonuçlar ortaya koyacaktır. Bu sebeple de eleştiriler, özellikle sınırlı ve farklı düzeydeki insan aklının bir araya geldiği ortamlardan; sanatın haz, psikolojik özellikler, entelektüel zekâ seviyelerine göre çeşitlilik gösteren bir farkındalık ve algı düzeyini ihtiva etmesi gerekçesi ile, başka başka tatlar alınmasını sağlayacak olan zengin yönünü fukaralaştıran bir paradokstan tamamıyla men edilmelidir. Bu beyan, her ne kadar yanlı ve kişisel bir iddia gibi görünse de aslında, bu tıpkı şimdilerde kült bir eser sayılan Geleceğe Dönüş filminde blues çalınan sahnede, yeniye karşı bir yandan beğeni toplarken birdenbire değişen ritmin dozunun artmasıyla da içinde kaybolan şaşkın seyircilere ana karakterin müzik bitiminde “Sanırım henüz buna hazır değilsiniz ama çocuklarınız bunu çok sevecek” demesi gibi bir şey değil midir?
Sanat, zamansal, mekânsal, dönemsel, kültürel, sosyolojik, psikolojik ve her inançsal düzeylerde çeşitlenebildikçe makine, otomasyon sistemlerinin işleyişine benzemeyen insanın akıl, zekâ ve ruh üçleminde çokça da zenginleşecektir. Eğer ki sanat, salt belirli kalıplara göre ve örgütsel bir referans noktasında ele alınıyorsa tıpkı Mayakovski’nin de dediği gibi yaratıcılığı da öldürecektir. Bu durumda da yanılgı tuzağına düşerek, bireyselciliğin katlanılmaz zorluklarını göze alamayan bir sanatçı için belirli bir kitle tarafından hoşa giden bir eser verme kaygısı, özgün olabilmesine engel teşkil eden yıkıcı bir vuruş darbesi olacaktır. Örneğin edebiyat da okurun hoşuna gitmek için yazılıyorsa değeri tartışmalı bir ürün ortaya çıkacaktır.
Hemingway’in de dediği gibi “Edebiyat yalnızlık gerektir ve yazar söylemek istediği şeyi dillendirmemeli, yazmalıdır.” Gerçek hazineler ve özgün olanlar ancak ve ancak, bireyselciliğin bakış açısı altında, giz uçurumunun kıyısında yatan tehlikeli bir içe dönüş yolculuğunda düşerek ve kalkarak keşfedilebilir. Yetenek ve yegâneliğini eserinin gardiyanı olan bireyselcilikte korumayı başarabilenler, gözlem ve deneyim araçlarıyla evreni, dünyayı, doğayı, toplumları ve nihayetinde bireyleri uzaktan mercek altına alabilme çabasında iyi bir gözlemci, empat, analizci olabilmesi ile kendi iç dünyasında deneyimlediği çıktıların kendine has kusurlarından da beslenecek ve karanlığın içerisinde yıllanabilen kaliteli bir şarap gibi değerli bir aydınlığa ulaşabilecektir. Mesela bazı şiir eleştirmenlerinin, şiirlerde “gibi” kelimesinin kullanılmasını tenkit etmelerine önem verseydi Yesenin’nin Elveda Bakü şiirindeki “Götüreceğim mutluluk gibi ta mezara” ve “Elveda Bakü! Elveda sade bir şarkı gibi!” dizeleri günümüze belki de asla ulaşamayacaktı.
Eleştiriye eleştiri getiren böyle bir akıl tavrının bile günün sonunda kendi değerlerini ve görüşlerini mantık süzgecinden geçirerek test etmesi için bir yol gösterene de her zaman ihtiyacı vardır. Çünkü söylenmek istenen her şey, tarihler boyunca zaten söylenmiş veya sanat ile kayıt altına alınmıştır. Konu edilebilecek tüm temalar ister istemez bir kısır döngü içerisine girmiştir. Artık aslolan ne söylendiği değil nasıl söylenildiği ise, bir sanatçı onun dışındaki yaratımlardan ve sanatçılardan da çok doğal olarak etkilenecek ve bir mentör olarak da bu eser, fikir veya ideoloji yaratıcılarını ve/veya takip eden öncülerini kendine rehber olarak alacaktır. Yaratım bir öğrenim, tecrübe veya nihayetinde ilham sonucu ortaya çıkar. Ancak yaratım yolculuğunda izlenen rehbere de körü körüne bağlı olmak; onların fikirlerini, yöntemlerini veya değerlerini salt tartışılamaz kabul etmek de bu kişileri kopya etmekten öteye geçemez. Kıymetli olan, karşısına çıkan tüm öğreti ve fikirleri kendi mantık ve muhakeme süzgecinden geçirerek kendine özgü bir algı sürecinde içselleştirebilmektedir. Kaldı ki kendi dünyasına tamamen tezat noktalarda bile aykırı düşüncelere kafa yormak kişide kışkırtıcı bir yaratım sürecini de tetikleyebilir.
İlham, tümdengelene ne kadar hâkim olduğumuz derecesinde yaratım sürecinde etkili olacak ve ortaya çıkan eser de tümevarımda kendine has olan yerine ancak o ölçüde ulaşabilecektir. Sonuçta; özellikle doğurganlığa sahip, hayatın yaratımcıları kadınlar ne kadar yaşamda erdemli olursa o ölçüde artan bir değerle ortaya çıkan tüm nesilleri de etkileyecek ve bunun bir çıktısı olarak tüm yaşam aforizmaları, kuramları ve öğretileri her alanda etkisini arttıracak ve buna bağlı olarak ortaya çıkan tüm eserler de insanoğluna en iyi hizmeti sağlayacak şekilde güçlenecektir.